Korkuyu Beklerken

korkuyu-beklerken

Korkuyu Beklerken

Oğuz Atay’ın, günlük hayatı ve bu hayatın içinde kendilerine yer bulamayan karakterleri anlattığı hikâyelerinden derlenerek oluşturulan Korkuyu Beklerken’in ilk baskısı, 1973 yılında Sinan Yayınları tarafından yapılmış ve şu an İletişim Yayınları’ndan çıkmakta. Sekiz hikâyeden oluşan kitap, yabancılaşma, yalnızlık ve umutsuzluk temalarını işliyor. Kitaba ismini de veren hikâye Korkuyu Beklerken kitaptaki en uzun hikâye, diğerleri ise genel olarak aynı uzunlukta. Kitapta bireyin toplum içerisindeki yerinin daima muallakta ve çatışmaya açık olduğunu görüyor ve pek belirgin olmasa da, bir ironiye şahit oluyoruz. Oldukça etkileyici bir dille yazılmış hikâyeleri okurken karakterlerin psikolojik buhranlarını onların yaşadığı derecede deneyimleyemiyoruz elbette. Ancak karakterlerle özdeşleşemesek de, karakterlerin yaşadığı yoğun duygulardan ve toplumdan, sıradandan uzaklıklarından dolayı bizi içine çekiyor Korkuyu Beklerken. Modern çağın problemlerini en başarılı şekilde okuyucuya aktaran yazarlarımızdan olan Oğuz Atay kendi zamanındaki okuyuculara ulaşamamış, bu yüzden de hak ettiği değeri görememiş olsa da günümüzde modern Türk edebiyatının en önemli isimleri arasında yerini almıştır. Korkuyu Beklerken’in bu Şubat, 40. baskısını yapması da bu değerin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Yani kitaptaki son hikâye olan Demiryolu Hikâyecileri- Bir Rüya’nın bitiminde Oğuz Atay’ın sorduğu, “Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?” sorusuna artık okuyucuları “Buradayım!” diyerek karşılık veriyor.

Beyaz Mantolu Adam

Kitaptaki ilk hikâye olan Beyaz Mantolu Adam, Oğuz Atay’ın güçlü ve etkileyici yabancılaştırma ve yalnızlaştırma dilini en güzel kullandığı hikâyelerden biri olarak görülüyor. Hikâyeye adını veren karakterimiz dilenirken elini açmaya bile yeltenmeyen, kendisine yöneltilen soruları cevapsız bırakan, hiçbir şekilde tepki göstermeyip her şeyi duymamazlıktan gelen bir adamdır.Son zamanlarda giderek artan bir şekilde duyulan, “kalabalığın içinde yapayalnız kalma” durumunun en güzel örneklerinden biri olduğunu söyleyebiliriz bu hikâyenin. En sonunda adamın intihar etmesi ise, toplumla olan çatışmasının yanı sıra, kendisiyle de olan çatışmasının varlığını da gözler önüne seriyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadoluda’sında, “İntiharların çoğu başka birini cezalandırmak için yapılmıyor mu?” diye cevaplıyor doktor kendisine yöneltilen soruyu ancak bu hikâyede, o geriye kalan nadir intiharlardan birine rastlıyoruz. Beyaz mantolu adam, kendini cezalandırdığı için intihar ediyor. Bireyin toplum içerisinde yalnızlaşmasının son raddesi artık bu ve yalnız yaşadığı gibi yalnız ölüyor karakterimiz. Onun da dediği gibi, “Amma da hikâye.”

Unutulan

İkinci hikâye, eski sevgilisini tavan arasında unutan bir kadının geçmişe dönüşünü ve pişmanlıklarını anlatıyor. Günün birinde tavan arasındaki eski kitapları, artık iyi para etmeleri, sebebiyle, bulmak için yukarı çıkan karakterimiz, önce annesinin, babasının ve kendisinin eski fotoğraflarıyla geçmişe kısa bir yolculuk yaparken sonra korkunç bir gerçeği fark ediyor: Eski sevgilisinin tavan arasında, bir elinde silah ve kafasında bir kurşun deliğiyle yattığını. Anılar, eski sözler ve pişmanlıklarla sarılan karakterimiz, elindeki tek geçerli bahaneyi sunuyor sevgilisini orada unuttuğu için, modern hayatı. Modern hayatın baş döndürücü hızında onu orada unuttuğundan dolayı pişman olsa da, bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ve hikâyenin sonunda alt kattaki sevgilisi ona seslendiğinde tüm bu pişmanlık ve geçmişin hayaletiyle yüzleşme anı, modern hayat böyle gerektirdiğinden, yok olup gidiyor. Modern hayatın getirdiği günlük işlerin, duyguların bile gerçekten yaşanamamasına, aşkın ve sevgilinin önemsizleşmesine ve solup gitmesine yani unutulmasına yol açtığı eleştirisinde bulunan hikâye, aynı zamanda bireyin bu konudaki umutsuzluğunu da açık bir şekilde yansıtıyor.

Korkuyu Beklerken

Üçüncü ve kitaba da adını veren hikâye ise, şehrin en ucunda, kendi halinde ve yalnız yaşayan bir adamı anlatıyor. Genel olarak hikâyeye, tabii aynı zamanda genel olarak kitaba hakim olan temanın, yalnızlığın ve toplumdan yabancılaşmanın karakterde açtığı yaralar ve bu uçurumun giderek daha çok büyümesi olduğunu görürüz. Yine belirli bir zaman ve mekan sunmayan Atay, adamın evde yalnız başına kaldığı ve dışarıya adımını bile atmadığı dönemi de monologlarla ilgi çekici hale getirmeyi başarabilmiş görünüyor. Beklenmedik mektupla gelen beklenmedik bir tehdidi içselleştiren karakterimiz, onu toplumdan daha da uzaklaştıran ve iyice ruhsal bunalımların içine sürükleyen, hikâyeye de adını veren, korkuyu bekler. Beyaz mantolu adamla sonları hariç paralel bir çizgide ilerleyen karakterimiz çeşitli ağır ruhsal bunalımlar geçirir.

Bu hikâye, topluma adapte olmayı görev edinen karakterimizin kendi içindeki çatışmalar yüzünden bunu başaramaması ve bu başarısızlığından dolayı insanlara tehdit mektupları göndererek toplumdan bir çeşit intikam almaya çalışması, bunu da beceremeyince yeniden toplumun bir üyesi olma isteğiyle ve belki de topluma karşı sorumlu hissettiğinden kendini polise ihbar etmesi ve bu girişiminden de bir sonuç alamayınca, reddedilmişliğiyle toplumun dışında kalmasıyla, toplumdan kopuk bir bireyin, tekrar topluma ayak uydurma sürecinin ne kadar sıkıntılı olduğunu anlatır. 1990 yapımı bir Yavuz Turgul filmi olan Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nde baş karakter Haşmet Asilkan’ın (Şener Şen) da toplumla bir türlü uyuşamaması ve sonunda “Hem kıvıramamak hem dışarda olmak çok feci bir şey kaplumbağa, çok feci…” diyerek bu buhranı dile getirmesiyle, hikâyemizin karakteriyle bir benzerlik gösterir.

Bir Mektup

Korkuyu Beklerken’in dördüncü hikâyesi, bir içki masasında kendisine iş vaadinde bulunan patrona zavallı bir adam tarafından yazılmış ancak gönderilmemiş bir mektuptan oluşur. Bu mektupta, yine isimsiz bir karakter kendisinden üstün gördüğü başka bir karaktere, onu sürekli sürekli överek, saçmalayarak ve gereksiz şeylerden bahsederek uzun ancak anlamsız bir yazı yazar. Yazıda gereksiz ayrıntılardan, yaşlı sevgilisinden ve köpeğinden bahseder. Mektubu okursa gönderememekten korktuğunu söyleyen karakterimiz, hikâyenin başlığında yer alan gönderilmedi ifadesiyle zaten gözümüzde düşük bir değere sahipken, metin boyunca o kadar çok gereksiz konuşur ve o kadar saçmalar ki, sonunda hiçbir değeri yoktur gözümüzde.

Yine kahraman bakış açısıyla yazılan bu hikâyede iki önemli karakter vardır. Biri anlatıcımız, ne tesadüf ki diğeri de anlatıcımız; ancak en azından biraz daha mantıklı ve doğru düşünmeye çalışabilen ve Atay’ın parantez içlerinde yer verdiği bir karakter, bir nevi süperegosu karakterimizin.
Bu hikâyeye benzer bir örnek de, Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri isimli hikâyesidir. Düşük seviye bir memur olarak hayatını idame ettiren Poprişçev, statüsünü çok fazla kafasına takarak yüksek statülü insanları kendisinden üstün varlıklar olarak görür. Sınıf ayrımından kaynaklanan bu aşağılık kompleksini içselleştirmesi ona akli dengesine mâl olacaktır. Bu durumdan kurtulmak için kendisini İspanya Kralı zannettiği alternatif bir gerçeklik yaratır ve bu gerçeklik içerisinde toplumdan tamamen yabancılaşması ve akıl hastanesine kapatılmasıyla birlikte toplumun kabul sınırlarının tamamen dışından kalan bir kesime ait hale gelir.

Ne Evet Ne Hayır

Yine bir mektuptan oluşan beşinci hikâye ise umutsuz bir romantiğin hikâyesini anlatıyor. Bir gazeteci olan Akın Korkmaz’ın mektubu olduğu gibi aktarırken kendi yorumlarını bir önceki hikâyeye benzer şekilde parantez içerisinde verdiğini görüyoruz. Şu an psikoloji literatüründe yer alan, önceleriyse önde gelen halk ozanlarımız tarafından kullanılan kara sevdanın, ana karakterin, M.C, durumunu oldukça iyi bir şekilde özetleyebileceğini söyleyebiliriz. O zamanlar güncel bir konu olan ve M.C’nin tavırlarında da açık bir şekilde görebildiğimiz arabesk ruh hali hikayede eleştirilen önemli noktalardandır. Orhan Gencebay, Müslüm Gürses ve daha birçoklarının ortaya çıkış ve yükseliş dönemine rastlayan Atay, bu hikâyede de arabesk toplum ve arabesk gençliğe eleştiride bulunmaktan geri kalmaz.

Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sında ve Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ında, baş karakterler olan Raif Efendi ve C.’nin aradıkları kişiyi bulmak ve onunla birlikte mutlu olup, iki kişilik bir toplum içerisinde yaşama isteklerini, M.C’nin de sevdiği kişiyi elde edemeden hiçbir şekilde rahat edemeyeceğini, toplumla uyumlu olamayacağını anlamasıyla ilişkilendirebiliriz. Üç karakter de, içinde bulundukları topluma yabancıdırlar ve tutkulu bir aşk yaşamaktadırlar, bu yabancılaşma halinin tek çıkar yolu da bu tutkulu aşkı bulabilmeleri ve beraber olabilmeleridir. Yani üç karakter için de söylenebilecek tek bir söz vardır: “Bir biz ikimiz varız güzel, öbürleri hep çirkin.”

Tahta At

Anlamakta oldukça zorluk çekilen hikâyelerden biri olduğuna inandığım Tahta At, kitabın altıncı hikâyesi. Turistik bir sahil kasabasında tahta bir at heykelinin yapılmasının planlanması ve sonraki süreçlerini anlatıyor Atay burada. Atay’ın bilinç akışı tekniğini yoğun bir şekilde kullandığı hikâyenin ilk sayfalarında ana karakterimiz Tuzcuların Bekir’in oğlu Tuğrul Bey ile tanışır ve bir süreliğine olayları onun bakış açısından görmeye başlarız. Kasabada Tahta At’ın yapımına para toplayarak katkı sağlamak için yöneticiler bir bağış gecesi düzenler ve bu gecede Tuğrul Bey ile esnaf dernekleri başkanı Kamil Bey arasında gerginlik çıkar. Herkes yapılmasını desteklerken Tuğrul Bey’in Tahta At’ı istememesi, toplumla olan uyuşmazlığını görmemizi sağlar. Esnaf dernekleri, belediye ve diğer insanlar Tahta At’ın onlara daha fazla para getireceğini düşünürken, Tuğrul Bey ise bambaşka bir zihniyettedir. Bir birey-toplum çatışması olarak yorumlayabileceğimiz bu hikâyenin sonunda, önce kasabadan kovulan Tuğrul Bey, ardından açılış sırasında Odysseus gibi eski zaman savaşçılarının yaptığı şekilde, Tahta At’ın içinden çıkarak av tüfeğini bu olayda emeği geçenlere doğrultur ve hikâye sona erer.

Babama Mektup

Kitaptaki üçüncü mektup ve yedinci hikâye olan Babama Mektup, yetişkin bir erkeğin babasına seslenişini, sitemini, pişmanlıklarını ve özlemini anlatıyor. İki sene önce babası ölen karakterimiz, zamanında onu suçladığı, yapmasını yadırgadığı şeyleri artık kendisinin de yapar olduğunu fark ediyor ve babasını anımsayıp, onu anlayıp ona hak verir hale geliyor. Neden iki sene beklediği ise, duygularını bastırması, belki gurur yapması belki de korkması ile ilgili olabilir; ancak iki sene sonra da olsa kendisiyle ve bir anlamda babasıyla da hesaplaşabilmiştir karakterimiz ki, bu mektup ortaya çıkar. Düşündüğü, hissettiği ne varsa, “şuramda bir şeyler var, sahiden bir şeyler var haykırmadan anlatamam” dediği ne varsa hepsini haykıra haykıra söyleyip hepsinden kurtulmaya çalışır.

Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya

Kitabın sekizinci ve son hikâyesi, kuş uçmaz kervan geçmez, her yere uzak bir dağ başı tren istasyonunda geçer. Bu istasyonda, sucuk ekmekçi ve ayrancı gibi seyyar satıcılar dışında, üç tane de hikâyeci vardır. Bu üç hikâyeci, kahramanımız, Yahudi ve genç kadın istasyon binasının yanındaki üç küçük kulubüde yaşayıp, daktilolarda hikâyeler yazıp bu hikâyeleri gelen trenlerdeki yolculara satmaya çalışmaktadırlar. Her ne kadar kahramanımız, en azından kendisinin sanatçı olarak görülmesi gerektiğini düşünse de Gar şefi tarafından “memur hikâyeciler” olarak tanımlanır yine de bu üç seyyar hikâyeci. Bu okuduğumuz hikâyenin de kahramanımızın yazdığı son hikâyelerden biri olduğunu anlarız. Kitabın ve hikâyenin sonunda, Oğuz Atay bu adamın ağzından şu soruyu sorar: “Ben burdayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” Bu, Oğuz Atay’ın kendi zamanındaki okuyucuya ulaşamamasına, okuyucuların onu anlayamamasına verdiği bir tepki niteliğinde olduğunu yorumunda bulunabiliriz. Bunu destekleyen bir örnek de Yıldız Ecevit tarafından Oğuz Atay incelemesi olarak yazılan Ben Buradayım isimli kitaptır. Ayrıca, Oğuz Atay’ın modern edebiyatın en önemli isimlerinden biri olması dolaylı olarak birçok yazarı da etkilediği anlamına geliyor elbette. Bu isimlerden en önemlisi de büyük bir Atay hayranı Nobel ödüllü Orhan Pamuk’tur.

Sonuç olarak, umutsuzluk, mutsuzluk, yabancılaşma ve yalnızlaşma üzerine sekiz hikâyeden oluşan Korkuyu Beklerken, Kafka gibi yabancı yazarların etkisiyle oluşturulmuş, ancak, o zamanın okuyucusu bunu kavrayamasa da, toplumumuzu anlattığı zaman hiçbir şekilde eğreti veya garip durmamış, aksine tam anlamıyla taşı gediğine koymuştur. Bireyin ruhsal bunalımlarını iç konuşma ve bilinç akışı yöntemleriyle oldukça usta bir şekilde aktaran Atay’ın, biçimsel olarak da zamanının ötesinde bir bilince sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hiçbir hikâyede tam anlamıyla bir “mutlu son” yaratmayan böylece her ne kadar bazı hikâyeler abartılı görünse de, aslında gerçekçilikten taviz verilmediği görülüyor, yani Atay, Türk toplumunu oldukça iyi analiz etmiş, yabancılaşmanın çeşitli şekillerini ve sebeplerini anlamış ve Kafka’nın da etkisiyle Korkuyu Beklerken şeklinde dile getirebilmiştir. Atay, modern bireyin toplum içerisindeki yalnızlığını, toplumla uyuşmazlığını ve topluma karşı sorumluluklarını yere getiremeyişini ve bunların sonucunda da toplumdan yabancılaşıp giderek kopacağını yani bir tutunamayan olacağını ve o hale gelince daha da yalnızlaşıp daha da fazla toplunla uyuşamamaya başlayacağını, biçimsel açıdan da bu anlatımı oldukça güçlendirecek yöntemler ve yazım şekilleri kullanarak, ve adeta bir orkestra şefi gibi bunların hepsini koordine edip eş zamanlı bir şekilde okuyucuya vererek kitabın etkisini takdire şayan bir şekilde arttırır. Atay, edebiyatımızın en büyük değerlerinden biridir ve mutlaka okunması gereklidir bana kalırsa.

Okuduğunuz için teşekkür ederim!

Kaynakça
Ben Buradayım, 2005. Yıldız Ecevit.
Tutunamayanların Hikayeleri ‘Korkuyu Beklerken’, 2011. Fatih Sakallı

Eğer Orta Dünya hayranıysanız, bizi TwitterInstagram ve Facebook üzerinden takip etmeyi unutmayın!

Yüzüklerin Efendisi dizisiyle ilgili son haberleri takip etmek için portalımıza, Orta Dünya ile ilgili tartışmalara katılmak için de forumumuza mutlaka bir göz atın.

YouTube ve Twitch kanallarımıza da bekleriz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir