Künye:
Dil: Ortak Lisan
Cinsiyeti: Erkek
Soy: Gondorlu İnsan- Vekilharç Hurin Hanedanı
Ebeveynleri: Denethor ve Finduilas
Kardeşi: Boromir
Çocukları: Elboron
Doğum Tarihi: 3. Çağ 2983
Ölüm Tarihi: 4. Çağ 82
İkamet Ettiği Yerler: Minas Tirith, Ithilien, Osgiliath
Taşıdığı Ünvanlar: Gondor Vekilharcı, Ithilien Prensi
Faramir 2983 yılında doğmuştu. Babası Faramir’in doğumundan 1 yıl sonra Gondor’un 26. Vekilharcı olan Denethor’du. Annesi ise Finduilas’tı. Faramir’in abisi Boromir ise ondan 5 yaş büyüktü.
Faramir ile Boromir arasında kuvvetli bir sevgi bağı vardı. Ama birbirlerinden farklıydılar. Boromir sadece savaşta kazanılan başarıları düşünüyordu. Fakat Faramir savaşta Boromir kadar yiğit olmasına karşın bilge birisi olmak da istiyordu. Ayrıca Gondor Tarihine de meraklıydı. Geldiği ve öğretmeye gönlü olduğu zamanlarda Gandalf’tan eski zamanların öykülerini dinliyordu. Faramir’in Boromir’den farklı olmasının en büyük sebebi ise Faramir’in aynı babası gibi Numenor kanı taşımasıdır.
Sauron’un kuvvetleri Witch-King komutasında Osgiliath’a saldırmadan 1 gece önce Faramir bir rüya gördü. Aynı rüyayı daha sonra Faramir birkaç kez, Boromir ise bir kez gördü.
Bu rüyada gökyüzünün doğusunun karardığını gördüm; bir de gitgide büyüyen bir gök gürültüsü vardı, fakat Batı’da soluk bir ışık hâlâ dayanıyordu ve bu ışığın içinden uzak ama berrak bir sesin haykırdığını duydum:
Kırılmış olan Kılıç’ı ara:
Onu Imladris’te bulacaksın;
Orada Morgul büyülerinden güçlü
Öğütler alacaksın.
Göreceksin beliren alameti
Kıyameti haber verecek sana
Uyanacak Isildur’un Felaketi;
Ve Buçukluk atılacak öne.
Faramir ve Boromir saldırıdan kurtulduktan sonra anlamını çözmesi için babalarına danıştılar. Denethor da onlara Imladris’in kuzeyde olduğunu ve orada Yarı Elf Elrond’un yaşadığını söyledi. Faramir rüyanın önemli olduğunu düşünerek Imladris’e gitmek istediğini söyledi. Lakin Boromir bu göreve kendisi talip oldu ve Faramir’in gitmesine izin vermedi ve kendisi gitti.
Faramir, Boromir gittikten sonra Gondor’un Komutanı oldu. Şehri Mordor saldırılarından korumaya çalıştı. 7 Mart 3018’de Ithilien’de Harad ordusuyla çarpıştıkları sırada Minas Morgul’a doğru giden Frodo ve Sam’i yakaladı.
”Burada! Dumanın çıktığı yer burada! dedi. ”Buralarda bir yerde. Eğrelti otları arasında kuşkusuz. Kapandaki tavşan gibi yakalayacağız. Sonra da ne mene bir şey olduğunu görürüz.”
”Öyle, ayrıca neler bildiğini de öğreniriz!” dedi ikinci bir ses.
Aynı anda, eğrelti otlarının değişik yönlerinden 4 kişi yaklaşmaya başladı. Kaçmak veya saklanmak artık mümkün olmadığı için Frodo ve Sam minik kılıçlarını savurarak sırt sırta verdiler.
Eğer gördükleri karşısında şaşırmışlarsa, onları yakalayanlar daha da şaşırmışlardı. 4 uzun boylu insan duruyordu orada. İkisi geniş, parlak başlı mızraklar taşıyordu. İkisinin kocaman, neredeyse kendi boylarında yayları ve içinde uzun, yeşil tüylü oklar olan sadakları vardı. Hepsinin kılıçları yanlarındaydı ve sanki Ithilien’de orman aralarında gezerken görülmesinler diye yeşil ve kahverenginin tonlarını taşıyan giysiler giymişlerdi.
Ellerini uzun, yeşil zırh eldivenleri örtüyordu; başlarına ve yüzlerine sadece keskin ve parlak gözleri açıkta kalacak şekilde yeşil başlıklar takmışlardı. Frodo’nun aklına hemen Boromir geldi çünkü bu adamlar boy pos açısından ve konuşma biçimleriyle ona benziyorlardı.
”Aradığımızı bulamadık,” dedi biri. ”İyi de ne bulduk böyle?”
”Ork değiller,” dedi başka bir tanesi, Frodo’nun elindeki Sting’in pırıltısını görünce tutmuş olduğu kılıcının kabzasını bırakarak.
”Elfler mi?” dedi bir üçüncüsü kuşkuyla.
”Hayır! Elf değiller,” dedi dördüncüsü; en uzun olanları ve görünüşe göre de reisleri. ”Elfler bugünlerde Ithilien’de dolaşmaz. Ayrıca Elfleri seyretmeye doyamazmış insan, ya da öyle söylenir.”
”Yani biz öyle değiliz demeye getiriyorsun anladığım kadarıyla,” dedi Sam. ”Çok teşekkür ederim. Belki bizim hakkımızda tartışmayı bitirdiğinizde bize kendinizin kim olduğunu ve neden iki yorgun yolcunun dinlenmesine izin vermediğinizi söylersiniz.”
Uzun boylu adam gaddarca güldü. ”Ben Faramir’im, Gondor’un Reisi,” dedi. ” Fakat bu ülkede hiç yolcu yoktur: Sadece Kara Kule’nin ve Ak Kule’nin hizmetkarları vardır.”
”Ama biz ikisi de değiliz,” dedi Frodo. ”Ve yolcuyuz, Reis Faramir ne derse desin.”
”O zaman kendinizi ve görevinizi açıklamaya hazırlanın,” dedi Faramir. ”Yapacak işlerimiz var ve burası bilmecelerle oyalanacak ve münakaşa edilecek bir yer değil. Haydi! Üçüncü nerede?”
”Üçüncü mü?”
Evet, burnunu ötedeki su birikintisine sokmuş o kaypak şey. Nahoş bir görüntüsü vardı. Herhalde orkların etrafı gözetleyen bir cinsi olsa gerek, ya da onların yaratıklarından biri. Ama bir tilki gibi kurnazca kaçıp gitti.”
”Nerede olduğunu bilmiyorum,” dedi Frodo. ” O yolda rast geldiğimiz bir arkadaşımız ve ben ona kefil olamam. Eğer ona rast gelirseniz canını bağışlayın. Ya bize getirin onu, ya da yollayın. Sadece sefil, derbeder bir yaratıktır ama bir süre için onu gözetimim altında tutuyorum. Bize gelince, bizler uzaklardan, Kuzey’den ve Batı’dan, bir sürü nehrin ardından, Shire’dan gelen hobbitleriz. Drogo oğlu Frodo benim adım ve yanımda, hizmetimdeki saygıdeğer bir hobbit olan Hamfost oğlu Samwise var.
Uzun yollardan geldik-Yarmavadi’den, sizin deyiminizle Imladris’ten çıkıp geldik.” Bu noktada Faramir hayret ederek dikkat kesildi. ”Yedi yol arkadaşımız vardı: Birini Moria’da kaybettik, diğerlerini de Rauros’un üzerindeki Parth Galen’de: İkisi benim cinsimdendi; bir cüce vardı, bir elf iki de insan. İnsanlar Aragorn ile Güney’deki şehir Minas Tirith’ten geldiğini söyleyen Boromir idi.”
”Boromir!” diye bağırdı dört adam birden.
”Hükümdar Denethor’un oğlu Boromir mi?” dedi Faramir ve yüzünde garip sert bir ifade belirdi. ”Onunla mı geldiniz? Eğer doğruysa buna haber denir işte. Bilin ki minik yabancılar o Denethor oğlu Boromir Ak Kule’nin Yüksek Muhafızı idi, bizim Başkumandanımız: Reisimiz. Onun eksikliğini ta içimizde hissediyoruz. Siz kimsiniz o halde ve onunla ne ilginiz var? Çabuk olun, çünkü güneş tırmanmakta.”
”Boromir’in Yarmavadi’ye getirdiği bilmeceyi biliyor musunuz siz de? Diye cevap verdi Frodo.
Kırılmış olan Kılıç’ı ara:
Onu Imladris’te bulacaksın.
”Sözleri biliyoruz elbette ki,” dedi Faramir hayretle. ”Siz de bildiğinize göre bu doğruyu söylediğinizin bir kanıtı sayılır.”
”İsmini vermiş olduğum Aragorn o Kılıç’ın taşıyıcısıdır.” dedi Frodo. ”Ve bizler de o tekerlemede sözü geçen Buçukluklarız.”
”Bunu görebiliyorum,” dedi Faramir düşünceli düşünceli. ”Ya da öyle olabileceğini görüyorum. Ya Isildur’un Felaketi ne?”
”O gizli,” diye cevap verdi Frodo. ”Kuşkusuz zamanla ortaya çıkacaktır.”
”Bu konuda daha çok şey öğrenmeliyiz,” dedi Faramir; ”ve sizi bu kadar doğuya, şuranın gölgesine neyin getirdiğini de bilmeliyiz,” diyerek işaret etti ama bir isim vermedi. ”Ama şimdi değil. Şu anda işimiz var. Tehlike içindesiniz; ne yoldan ne kırdan bu yönde daha fazla ilerleyemezdiniz zaten. Gün bitmeden sıkı vuruşmalar olacak yakınlarda. O zaman ölüm, ya da Anduin’e hızla kaçış. Yanınıza iki muhafız bırakacağım, hem sizin, hem kendi iyiliğimiz için. Akıllı insanlar bu topraklarda yolda karşılaşacaklarını şansa bırakmaz. Eğer geri dönersem, sizinle daha çok şey konuşacağım.”
”Hoşça kal!” dedi Frodo yerlere kadar eğilerek. ”Ne istersen onu düşün ama ben Tek Düşman’ın bütün düşmanlarının dostuyum. Eğer biz buçuklukların sizin kadar yiğit ve güçlü adamlara bir yardımımızın dokunabileceğini düşünseydim ve görevim müsaade etseydi biz de sizinle gelirdik. Güneş kılıçlarınızın üzerinde parlasın!”
”Buçukluklar kibar bir halkmış, her şey bir yana,” dedi Faramir. ”Hoşça kalın!”
Faramir, Damrod ve Mablung’u muhafız olarak Frodo ve Sam’in yanında bıraktıktan sonra adamlarıyla beraber cenge gitti. Cengi kazandıktan sonra geri döndü ve Frodo’yla konuşmaya başladı. Frodo, Boromir hakkında söyleyebileceği bütün her şeyi söyledi. Grup içinde yaptığı yiğitlikleri abartarak anlatıyordu. Ama Faramir konuyu sık sık Isildur’un Felaket’ine getiriyordu. En sonunda akşam olduğunda oranın fazla güvenli olmadığını düşünerek Henneth Annun’a gitmeye karar verdiler. Faramir yol boyunca Frodo’yla konuşmaya devam etti. Hatta Frodo’dan anlattığından çok daha fazla şey öğrendi Faramir.
Henneth Annun’da Frodo’yla Faramir birbirlerine kendileri hakkında öyküler anlattılar. Sam de konuşulanları dinliyordu. Ama söz Lothlorien’den açılınca daha fazla dayanamayıp konuşmaya katılınca Sam ağzından Isildur’un Felaketi’nin Tek Yüzük olduğunu kaçırdı.
”Lorien’in Hanımı! Galadriel!” diye bağırdı Sam. ”Onu görmelisin, gerçekten de onu görmelisin beyim. Ben sadece bir hobbitim, memleketteki işim de bahçıvanlık, bilmem anlatabiliyor muyum; şiir konusunda pek iyi sayılmam-şiir yazmak konusunda yani: Belli arada komik bir tekerleme falan düzdüğüm olur, anlarsınız ya, ama gerçek şiir konusunda değil yani- o yüzden size söylemek istediklerimi anlatamam. Onlar şarkı gibi söylenmeli. Bu iş için Yolgezer, yani Aragorn’u veya yaşlı Bay Bilbo’yu bulmak lazım. Ama onun için bir şarkı yakabilmek isterdim.
Öyle güzel ki beyim! Latif! Bazen çiçek açmış ulu bir ağaç gibi, bazen kır bir fulyacık gibi, minik ve narin sanki. Elmas kadar sert, mehtap kadar yumuşak. Güneşin ışıkları kadar sıcak, yıldızlardaki buz kadar soğuk. Karlı bir dağ kadar mağrur ve ırak, baharda saçlarında papatyalarla gördüğüm genç kızlar kadar neşeli. Ama bütün bunların manası yok ve demek istediğimi hiç anlatamıyor.”
”Demek ki gerçekten latif,” dedi Faramir. ”Tehlikeli biçimde latif.”
”Tehlikeli midir nedir bilmem,” dedi Sam. ”Bana öyle geliyor ki tehlikesini insan kendi yanında götürüyor Lorien’e ve orada kendi götürdüğü tehlikeyi buluyor. Ama belki de ona tehlikeli denilebilir, çünkü o kendi içinde çok güçlü. Siz, siz kendinizi onun üzerine atıp paramparça edebilirsiniz, kayalara bindiren bir gemi gibi; ya da kendinizi boğabilirsiniz, nehirdeki bir hobbit gibi. Ama ne kayalar kabahatlidir, ne de nehir. Şimdi, Boro-” Sustu ve kıpkırmızı kesildi.
”Evet? Şimdi, Boromir diyordun?” dedi Faramir. ”Ne diyecektin? Kendi tehlikesini kendi yanında mı götürdü?”
”Evet beyim, özür dilerim ama; müsaadenizle çok iyi bir adamdı ağabeyiniz. Fakat başından beri kokuyu iyi aldınız. Şimdi, ben Boromir’i gözlüyordum ve onu dinliyordum ta Yarmavadi’den yol boyunca-beyime göz kulak oluyordum, bunu anlayışla karşılarsınız herhalde , Boromir’e karşı beslediğim bir art niyet yoktu- ve benim fikrimce o, Lorien’de benim sonradan tahmin ettiğim şeyi açık açık görmüştü: Ne istediğini. Gördüğü ilk andan itibaren Düşman’ın Yüzük’ünü istemişti o!”
”Sam!” diye bağırdı Frodo donakalarak. Bir süre için kendi düşüncelerine dalıp gitmişti ve aniden çıktığında ise artık çok geçti.
”Bağışla beni!” dedi Sam önce bembeyaz kesilip sonra pancar gibi kızararak. ”Yine yaptın işte! Ne zaman o koca ağzını açarsan etrafta çam kalmaz, derdi babalık bana, çok da haklıydı. Tüh, tüh!
”Şimdi buraya bak beyim!” Toparlayabildiği bütün cesaretle dönerek Faramir ile yüzleşti. ”Uşağı ahmağın teki diye sakın beyimden faydalanmaya kalkayım demeyesin. Başından beri pek güzel konuşuyordun, beni tavladın, elflerden falan konuşup. Güzel olan güzel davranandır, deriz biz. Şimdi vasfını gösterme zamanı.”
Sonunda Faramir Isildur’un Felaketi’nin ne olduğunu öğrenmişti. Tek Yüzük… Bir an Faramir Yüzük’ün etkisine girdi. Yüzük’ü babasına götürerek Gondor’un kurtulmasını sağlamak ve kendi vasfını göstermek için çok büyük bir şanstı. Kılıcını çekerek hobbitlere doğru yürüdü. Hobbitler Faramir’in bu hareketlerinden çok korkarak duvara yapıştılar. Faramir’in Yüzük’ü onlardan alacağını düşünüyorlardı.
Fakat Faramir’in iradesi abisinin iradesinden daha kuvvetliydi. Yavaş yavaş iradesine hakim olarak tekrar yerine oturdu. Boromir’in içine düştüğü durumu artık daha iyi anlıyordu. Frodo’dan Yüzük’ü istemediği halde taşıdığını ve Mordor’a gidip onu yok etmek istediğini öğrendi. Artık Frodo’ya büyük bir saygı duyuyordu. Frodo bunları söylerken uykuya yenik düştü, sallanırken Faramir onu yakaladı ve yatağına taşıdı ve yatırdı.
Sonunda Faramir’in beklediği olmuştu ve Gollum yakalanmıştı. Hem de Yasak Havuz’da. Bu Gollum için ölüm anlamına geliyordu. Ama Faramir Gollum’un Frodo’nun işinde bir çeşit bağı olduğunu sezerek önce Frodo’ya haber verilmesi gerektiğini düşündü.
Frodo uyandığında Faramir’in üzerine eğilmiş olduğunu gördü. Bir an için eski korkularına kapıldı, doğrulup geriye çekildi.
“Korkacak bir şey yok,” dedi Faramir.
“Sabah oldu mu?” dedi Frodo esneyerek.
“Henüz olmadı ama gece sonuna yaklaşıyor ve dolunay batıyor. Gelip seyredecek misin? Ayrıca senin fikrine ihtiyaç duyduğum bir konu var. Seni uykudan uyandırdığım için üzgünüm; gelecek misin?”
“Geleceğim,” dedi Frodo; ayağa kalktı, battaniye ve postunun sıcağından çıktığı için biraz titreyerek. Ateş yanmayan mağaranın içi soğuk gibiydi. Suyun sesi, sükunetin içinde gürültülü geliyordu. Pelerinini omuzuna atarak Faramir’i izledi.
Hep tetikte olmasından kaynaklanan bir içgüdüyle aniden uyanan Sam önce beyinin boş yatağını görüp ayağa fırladı. Sonra iki kara silueti, artık soluk beyaz ışıkla dolmuş olan kemerli kapının çerçevelediği Frodo ile Faramir’i gördü. Onların arkasından aceleyle seğirtti, duvar dibinde şilteler üzerinde uyuyan adamların yanından geçti. Mağaranın ağzından geçerken Perde’nin ipekten, incilerden ve gümüş ipliklerden göz kamaştıran bir örtüye dönüştüğüne tanık oldu: Mehtabın eriyen buz salkımları. Fakat bunu takdir etmek için durmadı ve yana doğru dönerek mağaranın duvarındaki dar kapıdan beyini izledi.
İlk önce zifiri karanlık bir geçitten, sonra bir sürü ıslak basamaktan yukarı ilerlediler ve böylece kaya içine oyulmuş, yukardaki uzun, derin bir bacadan parıldayan soluk gökyüzü ile aydınlanan küçük düz bir sahanlığa vardılar. Buradan iki ayrı merdiven çıkıyordu yukarı doğru: Biri devam edip, görünüşe göre nehrin yüksek kıyısına çıkıyordu; diğeri ise sola dönüyordu, ikincisini izlediler. Minare merdiveni gibi dolana dolana çıkıyordu.
Sonunda kaya karanlığından çıkıp etraflarına bakındılar. Bir parmaklığı veya korkuluk duvarı olmayan düz, geniş bir kaya üzerindeydiler. Sağlarında, doğu yönünde su hızla dökülüp bir sürü terastan sıçraya sıçraya akıyor sonra dimdik bir oluktan geçiyor, neredeyse tam ayaklarının dibinde, sollarında dipsiz bir uçuruma açılıyormuş gibi görünen bir kıyıdan dimdik aşağıya dalarak pürüzsüzce yontulmuş bir kanalı, dönen coşan köpüklü suyun karanlık gücüyle dolduruyordu. Uçurumun kıyısında sessizce aşağı doğru bakan bir adam duruyordu.
Frodo kıvrılan, dalan suyun kaygan boynunu seyretmek için döndü. Sonra gözlerini yukarı kaldırarak uzaklara daldı. Dünya sessiz ve soğuktu, sanki tan vakti çok yakınmış gibi. Uzaklarda, Batı’da dolunay batıyordu, yusyuvarlak ve bembeyaz. Altlarındaki büyük vadide solgun sisler titreşiyordu: Altında Anduin’in serin akşam sularının aktığı gümüş bir buluttan engin bir boşluk. Gerisinde simsiyah bir karanlık yükseliyordu ve bu karanlık içinde, orada burada, soğuk, keskin, ırak, hayaletlerin dişleri kadar beyaz fırlıyordu Ered Nimrais’in, Gondor Diyarı’nın Ak Dağları’nın hiç erimeyen karlara bulanmış zirveleri.
Bir süre Frodo orada, o yüksek kaya üzerinde durdu ve gece topraklarının bu enginliğinde bir yerlerde, eski yol arkadaşlarından birilerinin yürüyüp yürümediğini, uyuyup uyumadığını veya sisle kefenlenmiş cesetlerinin yatıp yatmadığını düşündüğünde baştan aşağı ürperdi. Unutkan uykudan kaldırılıp neden buraya getirilmişti?
Sam de aynı sorunun cevabını merakla bekliyordu ve kendini homurdanmaktan alıkoyamadı, sadece beyinin kulaklarının duyacağını hesaba katarak: “Güzel bir manzara Bay Frodo, peki, ama iliklerim bir yana yüreğimi de ürpertiyor! Neler oluyor?”
Faramir söylenenleri duyarak cevap verdi. “Gondor’un üzerinden ay batıyor. Zarif Ithil, Orta Dünya’dan giderken eski Mindolluin’in beyaz buklelerine bakıyor. Birazcık titremeye değer. Ama buraya bunu seyredesiniz diye getirmedim sizi – aslında Samwise seni buraya getiren de olmadı, kabahati kendi uyanıklığında bul. Bir yudum şarap bunu telafi eder. Gelin, bakın şimdi!”
Uçurumun karanlık kıyısında duran sessiz gözcünün yanına bir adım attı; Frodo onu izledi. Sam geride kaldı. Islak ve yüksek platformun bu yanında bile yeterince tehlikede hissediyordu kendini. Faramir ile Frodo aşağıya baktılar. Çok altlarında bembeyaz suların köpük köpük bir çanağa boşaldığını, sonra da yeniden dar bir geçitten dışarı çıkıp bulutlar oluşturarak aceleyle daha sakin ve kısmen düz bir biçimde uzayan alanlara akıp gitmek için yollarını buluncaya kadar kayalar arasındaki derin, oval bir havzada kara kara döndüğünü gördüler.
Mehtap hala şelalenin dibine doğru meylediyor ve havzanın dalgacıkları üzerinde ışıldıyordu. Frodo derhal, havzanın yakın kıyısında minik kara şekli fark etti, fakat tam ona bakarken şekil kara suyu, en az bir ok veya yassı bir taşın yardığı kadar düzgünce yararak şelalenin kaynayıp köpürdüğü yerin arkasına dalıp kayboldu.
Faramir yanındaki adama döndü. “Şimdi sence bu neydi Anborn? Bir sincap mıydı yoksa bir yalıçapkını mı? Kuyutorman’ın gece havuzlarında kara renkli yalıçapkınları var mıdır?”
“Neyse ne, ama bir kuş değil,” diye cevap verdi Anborn. “Dört ayağı var ve insan gibi dalıyor; aynı zamanda oldukça da marifetli görünüyor. Neyin peşinde? Perde’nin arkasından bizim saklanma yerlerimize bir yol mu arıyor? Sonunda yerimiz bulundu galiba. Yayım burada, aynca her iki kıyıya da en az benim kadar nişancı başka okçular yerleştirdim. Sadece senden gelecek vur emrini bekliyoruz Komutanım.”
“Vuralım mı?” dedi Faramir, hemen Frodo’ya dönerek.
Frodo bir an için cevap vermedi. Sonra, “Hayır!” dedi. “Hayır! Vurmayın ne olur.” Eğer cesaret edebilseydi Sam, “Evet,” derdi daha çabuk ve daha yüksek sesle. Göremiyordu ama sözlerinden neye baktıklarını gayet iyi tahmin edebiliyordu.
“O halde bu şeyin ne olduğunu biliyorsun, öyle mi?” dedi Faramir. “Haydi, şimdi gördüğüne göre, neden serbest kalması gerektiğini anlat. Birlikte sarf ettiğimiz bütün o sözler arasında bu derbeder yol arkadaşınızdan hiç söz etmedin; ben de bir süre işi oluruna bıraktım. Yakalanıp önüme getirilinceye kadar bekleyebilirdi. En keskin avcılarımı onu arasınlar diye yolladım ama o hepsinden kurtuldu; şu ana kadar, dün akşam onu alacakaranlıkta bir kez gören buradaki Anborn hariç onu gören olmadı.
Ama şimdi, tepelerde tavşanları kapana düşürmekten daha büyük bir tecavüzde bulundu: Henneth Annun’a gelmeye cüret etti, şimdi bunu yaşamıyla ödeyecek. Bu yaratık çok merakımı uyandırdı: Tam bizim penceremizin önündeki havuzda eğlenmeye gelebildiğine göre çok esrarlı, çok kurnaz bir şey. Geceleri insanların nöbetçi bırakmadan uyuduklarını mı zannediyor ne? Neden böyle davranıyor?”
“Bunun iki cevabı var sanırım,” dedi Frodo. “ilk başta, insanlar hakkında çok az şey biliyor ve kurnaz olsa da sığınağınız o kadar güzel gizlenmiş ki belki de burada insanların gizlendiğini bilmiyordur. Bir de, sanırım onu buraya, kendisine hakim olan bir arzu, temkinden daha güçlü bir arzu cezbetti.”
“Buraya çekildi mi demek istiyorsun yani?” dedi Faramir alçak bir sesle. “Senin yükünü bilebilir mi yani, biliyor mu?”
“Elbette biliyor. Kendisi senelerce taşıdı bunu.”
“O mu taşıdı?” dedi Faramir, hayretle solumaya başlayarak. “Bu mesele durmadan yeni bilmecelerle karışıp duruyor. O halde, onu izliyor öyle mi?”
“Olabilir. O, onun için kıymetli. Ama ben bunu kastetmemiştim.”
“O halde bu yaratık ne arıyor?”
“Balık,” dedi Frodo. “Baksana!”
Karanlık havuza baktılar. Havzanın uzaktaki kıyısında, tam kayaların derin gölgeleri içinden, minik kara bir kafa belirdi. Kısa gümüşsü bir ışıltı oldu ve minik dalgacıklar oluştu. Şekil kıyıya doğru yüzdü, sonra mükemmel bir çeviklikle kurbağa gibi bir şey sudan çıkarak kıyıya tırmandı. Hemen yere oturup, döndükçe pırıldayan gümüşsü küçük bir şeyi kemirmeye başladı; ayın son ışınları artık havuzun sonundaki kayadan duvarın ardına vuruyordu.
Faramir hafif hafif güldü. “Balık!” dedi. “Bu daha zararsız bir açlık. Belki de değildir üstelik: Henneth Annun havuzundan gelen balık, bütün varına yoğuna mal olabilir.”
“Şu anda tam okumun ucunda,” dedi Anborn. “Vurmayayım mı Komutanım? Çünkü çağrılmadan buraya gelenin cezası ölümdür yasalarımıza göre.”
“Bekle Anborn,” dedi Faramir. “Bu göründüğünden daha zor bir mesele. Şimdi ne söyleyeceksin Frodo? Neden serbest bırakalım onu?”
“Yaratık çok sefil ve çok aç,” dedi Frodo, “ve içinde bulunduğu tehlikenin farkında değil. Ayrıca Gandalf, yani sizin Mithrandir’iniz, bu yüzden ve daha başka bazı nedenlerden ötürü onu öldürmemenizi söylerdi size. Elflerin bunu yapmasını yasaklamıştı. Tam olarak neden olduğunu bilmiyorum ve tahmin ettiğimi de burada açık açık söyleyemem. Fakat bu yaratığın benim görevimle bir çeşit bağı var. Siz bizi bulup getirinceye kadar rehberim oydu.”
“Rehberin mi?” dedi Faramir. “Mesele gittikçe garipleşiyor. Senin için çok şey yaparım Frodo ama buna söz veremem: Bu kurnaz gezginin, eğer paşa gönlü çekerse sonra size katılsın veya orklar tarafından yakalansın da işkenceyle konuşsun diye elini kolunu sallaya sallaya buradan çıkmasına izin veremem. Ya öldürülmeli, ya da yakalanmalı. Eğer hemen yakalanmazsa öldürülmeli. Fakat bir sürü numarası olan böylesine kaygan bir şey, tüylü bir ok tarafından yakalanmazsa nasıl yakalanır?”
Frodo, Faramir’den aşağıya inmek için izin istedi. Gollum’u yakalayabileceğini düşünüyordu. Faramir Frodo’nun bu isteğini kabul etti ve Frodo Faramir’in emriyle Anborn tarafından aşağıya indirildi. Frodo Gollum’a yaklaştığında kendi kendine tıslayan bir mırıltı duydu.
“Balık, cici balık. Beyas Yüs gitti kıymetlim, ssonunda, evet. Artık balıkları hussur içisinde yiyebiliriss. Hayır, husur içisinde değil kıymetlim. Çünkü Kıymetli kayboldu; evet kayboldu. Pisss hobbitler, kötü hobbitler. Gidip bisi bıraktılar, Gollum; Kıymetli de gitti. Savallı Smeagol bir başına kaldı. Hayır Kıymetlim. Kötü insanlar, onu alacaklar, Kıymetlimi çalacaklar. Hırsıslar. Onlardan nefret ediyorus. Balık, cici balık. Bisi kuvvetlendir. Göslerimisi parlak, parmaklarımısı kuvvetli yap, evet. Boğasla onları kıymetlim. Boğasla hepssini, evet ya, eğer fırssatımız olurssa. Cici balık. Cici balık!”
Arada bir duyulan hafif bir yutkunma ve gurultu sesi hariç en az şelale kadar bitmemecesine sürüp gidiyordu bu konuşmalar. Frodo dinlerken acıma ve tiksintiyle titredi. Bunun bitmesini, bu sesi bir daha hiç duymamayı diledi. Anborn arkasında pek uzakta değildi. Geriye emekleyip avcıların Gollum’u vurmasını isteyebilirdi. Büyük bir ihtimalle Gollum atıştırırken ve böyle gafil bir durumdayken ona yeterince yaklaşabilirlerdi.
Tek bir isabetli atış ve Frodo bu sefil sesten sonsuza kadar kurtulabilirdi. Fakat hayır, artık Gollum’un onun üzerinde hakkı vardı. Hizmetkarın yaptığı hizmet karşılığında efendisi üzerinde hakkı vardır, bu hizmet korkudan olsa da. Eğer Gollum olmasaydı Ölü Bataklıklar’ı bulamazlardı bile. Frodo oldukça açık bir biçimde Gandalf’ın da bunu istemeyeceğini biliyordu.
“Smeagol!” dedi yavaşça.
“Balık, cici balık,” dedi ses.
“Smeagol!” dedi Frodo yine, biraz daha yüksek. Ses kesildi.
“Smeagol, Bey seni aramaya geldi. Bey burada. Gel Smeagol!” Sanki biri derin bir nefes almış gibi çıkan yavaş bir tıslamadan başka bir ses gelmedi.
“Gel Smeagol!” dedi Frodo. “Tehlikedeyiz. Eğer seni burada bulurlarsa insanlar seni öldürecek. Çabuk gel, eğer ölümden kurtulmak istiyorsan. Bey’e gel!”
“Hayır!” dedi ses. “Cici Bey değil. Savallı Smeagol’ü bırakıp yeni arkadaşlarla gitti. Bey beklesin. Smeagol’ün işi bitmedi.”
“Vakit yok,” dedi Frodo. “Balığı yanına al. Haydi!”
“Hayır! Balıkları bitirmek lassım.”
“Smeagol!” dedi Frodo çaresizlik içinde. “Kıymetli kızacak. Kıymetli’yi alıp şöyle diyeceğim: Kılçık yutsun da boğulsun. Bir daha ağzına balık alamasın. Haydi, Kıymetli bekliyor!”
Sert bir tıslama oldu. Karanlığın içinden dört ayak üzerinde emekleyerek geldi Gollum hemen, tıpkı kuyruğunu apış arasına kıstırmış bir köpek gibi. Ağzında yarı yenmiş bir balık, elinde de başka bir balık vardı. Frodo’nun yanına gitti, neredeyse burun burunaydılar; onu kokladı. Soluk gözleri parlıyordu. Sonra balığı ağzından çıkartıp ayağa kalktı.
“Cici Bey!” diye fısıldadı. “Cici hobbit, savallı Smeagol’e geri geldî. İyi kalpli Smeagol geliyor. Haydi şimdi gidelim, çabuk çabuk gidelim, evet. Yüsler karanlıktayken ağaçların arasından gidelim. Evet, haydi gidelim!”
“Evet, yakında gideceğiz,” dedi Frodo. “Ama hemen değil. Söz verdiğim gibi seninle gideceğim. Bir kez daha söz veriyorum. Ama şimdi değil. Henüz emniyette değilsin. Seni kurtaracağım ama bana güvenmen lazım.”
“Bey’e güvenmek mi lassım?” dedi Gollum tereddütle. “Neden? Neden hemen gidilmiyo? Öbürü nerde, o aksi, kaba hobbit? O nerde?”
“Orada yukarıda,” dedi Frodo, şelaleyi işaret ederek. “O olmazsa ben de gitmem. Onun yanına dönmemiz lazım.” içi ezildi. Bu bal gibi hileydi. Faramir’in Gollum’u öldürteceğinden korkmuyordu ama büyük bir ihtimalle onu tutsak alacak ve bağlayacaktı; Frodo’nun yaptığı da bu hain yaratığa kesinlikle bir hainlik gibi görünecekti.
Frodo’nun onun hayatını kurtarabilmek için önündeki tek yolu seçtiğini anlatmak veya buna inanmasını sağlamak imkansız olacaktı büyük bir ihtimalle. Başka ne yapabilirdi her iki tarafa olan sözünü tutabilmek için? “Haydi!” dedi. “Yoksa Kıymetli kızacak. Şimdi, nehir yukarı geri döneceğiz. Haydi, haydi, sen önden yürü!”
Gollum kıyıya yakın bir yerden biraz emekledi, burnunu çeke çeke ve kuşkuyla. Derken durdu ve başını kaldırdı.
“Orada bir şey var!” dedi. “Bir hobbit değil.” Aniden geri döndü. Patlak gözlerinde yeşil bir ışık oynaşıyordu. “Beyy, beyy!” diye tısladı. “Kötü! Hilekâr! Hakikatsiss!” Tükürerek, beyaz, güçlü parmaklı uzun kollarını uzattı.
Tam o anda Anborn’un koca kara silueti Gollum’un arkasında belirerek üzerine indi. Kocaman güçlü bir el onu ensesinden yakaladığı gibi hareketsiz hale getirdi. Bir şimşek hızıyla geri döndü Gollum, tamamen ıslak ve kaygan olduğundan, bir yılanbalığı gibi kıvrım kıvrım kıvrılarak, bir kedi gibi ısırıp tırmalayarak. Fakat gölgelerin içinden iki adam daha çıkageldi.
“Kıpırdamadan dur!” dedi bir tanesi. “Yoksa seni oklarımızla kirpiye çeviririz. Kırpırdamadan dur!”
Gollum gevşedi ve ağlayıp sızlamaya başladı. Onu, pek de kibar olmayan bir biçimde bağladılar.
“Yavaş, yavaş!” dedi Frodo. “Onun gücü size denk değil. Canını yakmayın eğer mümkünse. Eğer canını acıtmazsanız daha sakin olur. Smeagol! Canını yakmayacaklar. Ben de seninle geleceğim, sana hiçbir zarar gelmeyecek. Benim ölümü çiğnemeden sana bir şey yapamazlar. Bey’e güven!”
Gollum dönerek ona tükürdü. Adamlar onu kaldırarak gözlerini bir başlıkla örttüler ve taşıdılar.
Frodo onları izlerken kendini çok kötü hissediyordu. Çalılıkların gerisindeki açıklıktan geçtiler, geriye, merdivenlerden aşağıya, geçitlere ve mağaraya döndüler. İki üç meşale tutuşturulmuştu. Adamlar etrafta dolaşıp duruyordu. Sam oradaydı, adamların taşıdığı gevşek bohçaya garip bir biçimde baktı. “Yakaladın mı?” dedi Frodo’ya.
“Evet. Yani hayır, onu ben yakalamadım. O bana geldi, çünkü her şeyden önce bana güvenmişti korkarım. Onun bu şekilde bağlanmasını istemedim. Umarım iyi olur; ama bütün bunlardan nefret ediyorum.”
“Ben de öyle,” dedi Sam. “Ve bu acının olduğu yerde hiçbir şey doğru gitmez.”
Bir adam gelerek hobbitleri çağırdı ve onları mağaranın arkasındaki bölüme götürdü. Faramir orada sandalyesinde oturuyordu ve başının üzerindeki oyukta bir lamba yakılmıştı. Onlara, yanındaki taburelere oturmalarını işaret etti. “Konuklar için şarap getirin,” dedi. “Tutsağı da getirin.”
Şarap getirildi; Anborn da Gollum’u taşıyarak geldi. Gollum’un başındaki örtüyü açarak onu ayakları üzerine bıraktı ve desteklemek için arkasında durdu. Gollum gözlerini kırpıştırdı, gözlerindeki garazı, ağır soluk gözkapaklarıyla örttü. Sırılsıklam bir halde, üzerinden sular damlayan ve balık gibi kokan bu halde (hala bir elinde balığını sıkı sıkı tutuyordu) çok sefil bir yaratık gibi görünüyordu; seyrek bukleleri alnına sıra sıra otlar gibi sarkıyor, burnu akıyordu.
“Çössün bisssi! Çössün bisssi!” dedi. “ipler canısımısı acıtıyor, evet öyle, acıtıyor, üstelik bis bir şey yapmadık.”
“Hiçbir şey mi?” dedi Faramir, sefil yaratığa keskin bir bakış atarak; yüzünde ne kızgınlık, ne acıma, ne de hayret ifadesi vardı. “Hiçbir şey mi? Bağlanmanı veya daha kötü bir cezayı gerektirecek hiçbir şey yapmadın mı bugüne kadar? Bununla beraber bunun hükmünü verecek olan ben değilim ne mutlu ki. Fakat bu gece, cezası ölüm olan bir yere geldin. Bu havuzun balıklarının bedeli çok ağırdır.”
Gollum elindeki balığı yere bıraktı “Balık istemiyorus,” dedi.
“Bu bedel balığa kesilmedi,” dedi Faramir. “Sadece buraya gelip havuza bakmanın cezası ölümdür. Şimdiye kadar seni, sana en azından biraz şükran borcu olduğunu söyleyen Frodo’nun ricası üzerine bağışladım. Fakat beni de ikna etmen gerekir. Adın ne? Nereden gelirsin? Nereye gidersin? İşin nedir?”
“Kaybolduk, kaybolduk,” dedi Gollum. “Ne bir isim, ne bir iş, ne Kıymetli, hiçbir şey. Sadece boş. Sadece açlık; evet, açıs. Bir iki küçük balık, iğrenç, kılçıklı küçük balıklar savallı bir yaratığa; onlar da ölüm diyor. Pek akıllılar; pek adil, çok, çok çok adil.”
“Pek akıllı değil,” dedi Faramir. “Ama adil: Evet belki de kısa aklımızın elverdiğince adilizdir. Çöz onu Frodo!”
Kemerinden minik bir bıçak çıkartarak Frodo’ya uzattı Faramir. Gollum hareketi yanlış anlayarak viyaklayıp yere kapandı.
“Haydi Smeagol!” dedi Frodo. “Bana güvenmen lazım. Seni terk etmeyeceğim. Doğru dürüst cevap ver, eğer verebileceksen. Bunun sana zararı değil, yararı dokunur.” Gollum’un bileklerindeki ipleri kesti ve onu ayağa kaldırdı.
“Beriye gel!” dedi Faramir. “Bana bak! Bu yerin ismini biliyor musun? Daha önce buraya geldin mi?”
Gollum yavaş yavaş gözlerini kaldırarak, isteksizce Faramir’in gözlerine baktı, içlerindeki bütün fer söndü ve bir an Gondor’lu adamın berrak ve sabit gözlerine baktı solgun solgun. Hala bir sessizlik vardı. Sonra Gollum titreyerek yere çömelinceye kadar boynunu bükerek büzüştü. “Bis bilmiyorus ve bis bilmek de istemiyorus,” diye sızladı. “Hiç gelmedik; bir daha hiç gelmeyis.”
“Kafanın içinde kilitli kapılar ve kapalı pencereler var; bunların gerisinde de karanlık odalar,” dedi Faramir. “Fakat bu konuda doğruyu söylediğine hükmettim. Bu senin için iyi. Bir daha geri dönmemek ve canlı herhangi bir yaratığı, ister sözle, ister işaretle buraya yönlendirmemek için nasıl bir yemin edeceksin?”
“Bey bilir,” dedi Gollum, yandan Frodo’ya bakarak. “Evet, o bilir. Eğer bisi kurtarırsa Bey’e yemin ederis. O’nun üserine yemin ederis, evet.” Frodo’nun ayaklarının altına emekledi. “Kurtar bisi cici Bey!” diye zırladı. “Smeagol Kıymetli adına yemin ediyor, sadakatle yemin ediyor. Bir daha gelmek yok, bir daha konuşmak yok, hiç! Yo kıymetlim, yo!”
“Bu seni tatmin etti mi?” dedi Faramir.
“Evet,” dedi Frodo. “En azından ya bu sözü kabul edeceksiniz, ya da yasalarınızı uygulayacaksınız. Daha fazlasını elde edemezsiniz. Fakat ben ona eğer yanıma gelirse, başına bir şey gelmeyeceği konusunda söz vermiştim. Ve güvenilmez biri konumuna düşmek istemem.”
Böylece Faramir, Gollum’u Frodo’ya teslim etti. Gollum, Frodo yanında yokken Gondor sınırları içerisinde görülürse öldürülecekti.
Faramir, Gollum’un onları Morgul Vadisi’nden geçerek Cirith Ungol Geçidine götürdüğünü öğrendi. Gollum’u dışarıya göndererek Frodo’yu bu yolun çok tehlikeli olduğu, buradan gitmemesi, Gollum’un kötü yanının her gün büyüdüğünü ve onları iyiliğe götürmeyeceği konusunda uyardı. Ama Frodo ne olursa olsun bu yoldan gitmesi gerektiğini söyleyince mecburen bu karara razı oldu ve ertesi gün onlara yeni erzak vererek vedalaştılar.
Frodo ve Sam Gollum’un rehberliğinde Mordor’a doğru giderken, Faramir de hem savunmak için ve yaklaştığı belli olan Büyük Savaş için Minas tirith’e gitti.
Osgiliath’taki garnizon, Faramir’in adamlarının gelişi ile daha da güçlenmiş olmasına rağmen Mordor’un ordularına karşı koyamadılar ve Minas Tirith’e geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama onları geri çekilmeye zorlayan sebeplerden biride Mordor Ordularının sayısal üstünlüğünden ziyade Nazgul’ün gelişi idi.
Faramir ve adamlarının Minas Tirith’e varmalarına çok az bir mesafe kalmıştı. Ama beş Nazgul hemen üstlerindeydi ve sürekli saldırıyorlardı. Gandalf tam zamanında yetişmişti. Asasından beyaz bir ışık saçarak, hızla onlara doğru yaklaşmaya başladı. Karşılarında gündüz ışığı altında beyaz bir ışık saçarak gelen Ak Gandalf’ı görünce kısa bir tereddüt anından sonra kaçıp gölgeler arasına saklandılar.
Faramir, Gandalf ile birlikte Cümle Kapısı’ndan içeriye girdiğinde diğer Gondorlular gibi ”Faramir! Faramir!” Diye haykıran Pippin’in sesinin yabancı olduğunu hemen anladı ve kim olduğunu sordu. Gandalf onunla beraber olduğunu ve yukarı çıkmasını söyledi.
Faramir, Gandalf ve Pippin Denethor’un yanına geldiklerinde Faramir olan biten her şeyi anlattı. En son söz Buçukluklardan açıldı.
Sonra aniden Faramir Pippin’e baktı. ”Ama şimdi tuhaf bazı meselelere geliyoruz,” dedi. ”Çünkü kuzey efsanelerinden çıkıp Güney Toprakları’nda dolaşırken gördüğüm ilk buçukluk bu değil.”
Bu sözle Gandalf dikelerek sandalyesinin kollarını kavradı; ama bir şey söylemedi ve bir bakışla Pippin’in dudaklarındaki nidayı durdurdu. Denethor onların yüzlerine bakarak başını salladı, sanki söylenmeden birçok şeyi oradan okuyabiliyormuş gibi. Diğerleri sessiz ve kıpırdamadan dururken Faramir yavaş yavaş öyküsünü anlattı; gözleri çoğunlukla Gandalf’ın üzerindeydi, gerçi arada bir, sanki görmüş olduklarının anısını tazelemek istercesine bakışları Pippin’e de kayıyordu.
Faramir’in Frodo ve hizmetkarlarıyla karşılaşması ve Henneth Annun’daki olaylarla ilgili öyküsü ilerledikçe Pippin Gandalf’ın oyma ahşabı kavrayan ellerinin titremekte olduğunu farketti. Şimdi çok beyaz ve çok yaşlı duruyorlardı; Pippin onlara bakarken, ani bir korkuyla Gandalf’ın, Gandalf’ın kendisinin de huzursuz, hatta korkmakta olduğunu fark etti. Oda havasız ve boğucuydu. Sonunda Faramir yolcularla ayrılışını ve onların Cirith Ungol’a gitme konusundaki kesin kararlarını söyleyince sesi alçaldı, başını salladı ve içini geçirdi. O zaman Gandalf ayağa fırladı.
”Cirith Ungol mu? Morgul Vadisi mi?” dedi. ”Ne zaman Faramir ne zaman? Onlardan ne zaman ayrıldınız? O lanet olası vadiye ne zaman varmışlardır?”
”Onlarla iki gün önce sabah ayrıldım,” dedi Faramir. ”Oradan Morgulduin vadisine on beş fersah var. Eğer doğrudan güneye gittilerse; oradan da o lanetli Kule’ye, batıya doğru daha bir beş fersah var. Ne kadar hızlı giderlerse gitsinler bugünden önce oraya varamazlar; belki daha varmamışlardır bile. Ben neden korktuğunuzu biliyorum. Fakat bu karanlık onların maceralarıyla ilgili değil. Dün başladı ve dün gece bütün Itilihen gölge altındaydı. Düşman’ın üzerimize bu saldırıyı uzun zamandır planladığını artık iyice biliyorum; üstelik saati de yolcular benim gözetimimden çıkmadan çok önce kararlaştırılmıştı.”
Gandalf bir ileri, bir geri yürümeye başladı. ”İki gün öncenin sabahı, hemen hemen üç günlük yolculuk eder bu! Ayrıldığınız yer ne kadar uzakta?”
”Kuş bakışı yirmi beş fersah kadar uzakta,” diye cevap verdi Faramir. ”Ama daha hızlı gelemezdim. Dün akşam, kuzeyde denetimimizde bulunan Nehir’deki uzun ada Cair Andros’ta yattım; her iki kıyıda da at bulundururlar. Karanlık indikçe acele etmemiz gerektiğini anladım; o yüzden buraya, at bulabildiğimiz üç kişiyle daha sürdük atlarımızı. Grubun geri kalanını güneye, Osgiliath geçitlerindeki garnizonu güçlendirsinler diye yolladım. Umarım kötü bir şey yapmamışımdır?” Babasına baktı.
”Kötü mü?” dedi Denethor ve gözleri aniden çakmak çakmak çaktı. ”Neden soruyorsun? Adamlar senin emrin altındaydı. Yoksa bütün yaptıkların hakkındaki yargımı mı soruyorsun? Benim huzurumdayken tavırların son derece mütevazı fakat sen benim öğütlerimden ayrılalı çok oldu. Bak, her zamanki gibi son derece ustalıkla konuştun; fakat ben, gözlerini Mithrandir’e kenetleyip söylediğinin doğru olup olmadığını, fazla konuşup konuşmadığını anlamaya çalıştığını görmedim mi sanıyorsun? Çok uzun zamandır senin gönlünü kendi himayesine aldı o.
”Oğlum, baban yaşlı olabilir ama henüz bunamadı. Eskisi gibi görebiliyor, işitebiliyorum; senin eksik söylediğin ya da söylemeden geçtiğin şeylerin çok azı benden kaçtı. Ben birçok bilmecenin cevabını bilirim. Heyhat, yazık olmuş Boromir’e!”
”Eğer yaptıklarım sizi memnun etmediyse babacığım,” dedi Faramir sessizce, ”Üzerime bu kadar ağır bir hüküm yüklemeden önce düşüncenizi bildirseydiniz keşke.”
”Bu senin muhakemeni değiştirmekte bir fayda sağlayacak mıydı?” dedi Denethor. ”Gördüğüm kadarıyla yine aynı şeyi yapardın. Seni iyi tanırım. Hep eski zamanların kerim ve kibar kralları gibi alicenap ve soylu görünmek istemişsindir. Bu yüksek soya sahip birine uygun bir davranış olabilir, eğer güç ve barış içinde yaşıyorsa. Fakat tehlikeli saatlerde kibarlık ölümle ödenebilir.”
”Öyle olsun,” dedi Faramir.
” Öyle mi olsun!” diye bağırdı Denehor. ”Fakat bu sadece senin ölümünle ödenmeyecek Faramir Bey: Artık Boromir gittiğine göre senin koruma yükümlülüğünü üstlendiğin babanın, bütün halkının da ölümüyle sonuçlanacak.”
”O halde,” dedi Faramir, ”Onun yerine benim ölmüş olmamı mı diliyorsunuz?”
”Evet, gerçekten de bunu dilerdim,” dedi Denethor. ”Çünkü Boromir bana sadıktı ve bir büyücü yamağı değildi. O babasının ihtiyacını hatırlar ve talihin sunmuş olduğu şeyi çar çur etmezdi. Bana muhteşem bir hediye getirirdi.”
Bir an için Faramir’in kendine olan hakimiyeti gevşedi. ”Sizden, babacığım, Ithilien’de olanın neden o değil de ben olduğumu hatırlamanızı rica edeceğim. En azından, çok uzun olmayan bir süre önce verdiğiniz bir öğüt yerine getirildi. Ona görevini veren Şehrin Hükümdarı idi.”
”Kendim için hazırladığım kupadaki acıyı karıştırıp durma,” dedi Denethor. ”Bunu kaç gecedir dilimin üzerinde tatmıyor muyum sanıyorsun, asıl kötülüğün tortusunda olduğunu bile bile? Tıpkı şimdi bulmuş olduğum gibi. Keşke böyle olmasaydı! Bu şey bana gelmiş olsaydı!”
Daha sonra Divan başlayacak Savaş hakkında konuşmak üzere toplandı. Denethor Mordor’un Osgiliath üzerinden saldıracağını tahmin ederek oranın savunulmasını istemişti. Ama Osgiliath işgal altındaydı. Faramir babasının güvenini kazanmak için hayatını riske ederek bu tehlikeli görevi kabul etti. Yolculuğuna çıkmadan önce Gandalf Faramir’le konuştu ama Faramir yine de kararından vazgeçmedi.
Ve herkesin tahmin ettiği gibi Faramir bozguna uğramıştı. Adamları Minas Tirith’e geri döndüler. O en son geldi. Prens Imrahil’in kollarında yaralı olarak. Imrahil onu cephede yerde yatarken bulmuştu. Öldürücü bir okla vurulmuş olarak.
Faramir’in bedeni Hisar’a taşındıktan sonra Imrahil gördüğü her şeyi Denethor’a anlattı. Denethor onu bir yatağa yatırttıktan sonra Kule’nin tepesindeki odasına gidip Palanatir’e baktı ve sonra aşağıya geri indi. Ama Denethor’un yüzü Faramir’inkinden daha ölü bir hal almıştı.
Sonunda Büyük Savaş başlamıştı. Faramir gün boyunca yatağında ateşler içerisinde yattı. Denethor artık Savaş’ı düşünmüyordu. Sadece oğlunun yanında oturuyordu. Onu aşağı çağırmaya gelen adamlarını geri gönderdi. Buradan ayrılmayacağını adamlarına da Gandalf’ı izlemelerini söyledi.
Gece olmaya başladığında habercilerin Denethor’a getirdiği haberler onu çıldırttı. Askerler surlardan kaçıyordu. Denethor iyice delirmişti ve inanılmaz bir karara vardı. Hem kendini hem de oğlunu diri diri yakacaktı. Pippin bu duruma engel olmaya çalıştı ama hiçbir şey yapamadı. Aklına bu durumu sadece Gandalf’ın düzeltebileceği düşüncesi geldi ve çatışma bölgesine gitmek için yola çıktı. Yolda Beregond’a rastladı ve çabuk çabuk olan biteni anlattı. Mümkünse Beregond’dan bu duruma engel olmasını istedi ve gitti.
Pippin tam Gandalf’ı bulduğunda Nazgul Efendisi atını Cümle Kapısı’ndan içeri sürüyordu. Pippin bir an kıpırdayamadı. Ama Rohan geldiği için Nazgul Efendisi geri dönmüştü ve büyü kalkmıştı. Pippin hemen Gandalf’a olanları anlattı. Gandalf oraya giderse başkalarının öleceğini bildiği halde yine de Pippin’i de önüne alarak Faramir’i kurtarmaya gitti.
Gandalf ve Denethor bir süre tartıştılar. Gandalf Denethor’u caydırmaya çalıştı ama Denethor Sauron’un ona Palantir’de seçerek gösterdiği görüntülerden sonra bu kararından asla vazgeçmezdi. Palantir’de birçok şey görmüştü. Sauron’un ordusunun büyüklüğü Arargorn’un Krallığını ilan edecek olması gibi birçok şeyi. Bu onun sonu oldu. Faramir’i yakamadı ama kendini ateşin içine attı ellerinde Palantir’le. O günden sonra kim Palantir’e bakarsa baksın, başka bir amaca çevirmek için büyük bir iradesi yoksa, sadece alevler içinde buruşup yok olan iki yaşlı el görürmüş.
Gandalf Faramir’i kurtardıktan sonra Pippin ve Beregond’la birlikte onu Şifa Evleri’ne gönderdi ve kendisi çatışmaya indi. Faramir, Şifa Evleri’nde Savaş bitip de Aragorn gelinceye kadar her dakika ölüme yaklaşarak ateşler içinde yattı.
Ama Aragorn Şehre henüz girmek niyetinde değildi. Üstelik ölmekte olan sadece Faramir değildi. Witch-King’i öldüren Rohan’ın Ak Hanımı Eowyn ile ona yardım eden buçukluk Merry de ölmek üzereydiler. Ama Aragorn’un içeri girmesini sağlayan Gandalf olmuştu. Çünkü ebe Ioreth’in söylediği sözleri duymuştu. Şöyle söylemişti Şifa Evleri’nde hizmet eden yaşlı kadın olan ebe Ioreth:
Kralın elleri, bir şifacının elleridir. Böylece ne zaman olursa olsun hak sahibi kralın kim olduğu anlaşılabilirmiş.
Böylece Aragorn yaralıları iyileştirmek için Şehre girmişti.
…Gandalf yayan olarak çıkageldi, yanında da grilere bürünmüş biri vardı; Şifa Evleri’nin önünde karşılaştılar. Gandalf’ı selamlayarak dediler ki: “Vekilharç’ı arıyoruz, onun Ev’de olduğunu söylediler. Yaralandı mı acaba? Sonra Eowyn Hanım, o nerede?”
Gandalf cevap verdi: “Hanım içerde yatıyor, ölmedi ama ölüme çok yakın. Fakat Faramir Bey kötü bir okla yaralanmış sizin de duymuş olduğunuz gibi; artık Vekilharç da o; çünkü Denethor yok artık, evi küller içinde.” Bunun üzerine onlar Gandalf’ın anlatmış olduğu hikayeyle keder ve merak içinde kaldılar.
Fakat Imrahil şöyle dedi: “Öyleyse bu zafer mutluluğu eksik ve pahalıya mal olmuş bir zafer, eğer aynı günde hem Gondor’u, hem de Rohan’ı hükümdarlarından mahrum ettiyse. Eomer Rohirrim’i yönetiyor. Bu arada Şehir’i kim yönetecek? Hala Hükümdar Aragorn’u çağırmayacak mıyız?”
Pelerinli adam konuştu ve dedi ki: “Geldi.” Kapının yanındaki lambanın ışığına bir adım atınca adamın, zırhlarının üzerine Lorien’in gri pelerinini giymiş olan ve üstünde Galadriel’in yeşil taşından başka hiçbir nişan taşımayan Aragorn olduğunu gördüler. “Geldim çünkü Gandalf gelmem için yalvardı,” dedi. “Fakat şimdilik Amor’lu Dunedain’in Komutanı’yım; Faramir uyanıncaya kadar Şehir’i Dol Amroth Hükümdarı yönetecek. Fakat önümüzdeki günlerde ve Düşman ile yapacağımız bütün işlerimizde hepimizi Gandalf’ın yönetmesini öneririm.” Bu konuda hepsi hemfikir oldular.
Sonra Gandalf dedi ki: “Gelin kapıda eğlenmeyelim, zamanımız çok sıkışık. Gelin girelim! Çünkü Ev’de yatan hastalar için tek ümit Aragorn’un gelmesindedir. Böyle söyledi Ioreth, Gondor’un arif kadını: Kralın elleri, bir şifacının elleridir ve böylece hak sahibi kralın kim olduğu anlaşılabilecektir.”
Önce Aragorn girdi içeri, diğerleri de onu izledi. Kapıda Hisar’ın özel üniforması içinde iki muhafız duruyordu: Biri uzun boyluydu fakat diğeri ancak bir oğlan çocuğu boyundaydı; onları gördüğünde hayret ve sevinçle yüksek sesle bağırdı.
” Yolgezer! Ne harika! Biliyor musun, o kara gemilerle gelenin sen olduğunu tahmin etmiştim. Fakat herkes korsanlar diye bağırıp duruyordu, beni dinleyen yoktu. Nasıl başardın bunu?”
Aragorn gülerek hobbitin elini tuttu. “Gerçekten de hoş bir karşılaşma!” dedi. “Fakat henüz seyyahların hikayelerine ayıracak zaman yok.”
Fakat Imrahil Eomer’e şöyle dedi: “Krallarla böyle mi konuşulur? Ama belki de o tacını başka bir isimde giyecektir!”
Onu duyan Aragorn döndü ve dedi ki: “Çok doğru, çünkü eskinin yüce lisanında ben Elessar’ım yani Elftaşı; aynı zamanda da Envinyatar’ım yani Yenileyici”: göğsünde duran yeşil taşı kaldırdı. “Fakat hanedanımın ismi Yolgezer olacak eğer kurulabilecek olursa. Yüce lisanda bu o kadar kötü durmuyor, Telcontar olacağım ben ve bedenimin varisleri.”
Bu sözle birlikte Ev’e geçtiler; onlar hastaların tedavi edildiği odalara doğru giderken Gandalf Eowyn ile Meriadoc’un yaptıklarını anlattı. “Çünkü,” dedi, “uzun zamandır onların yanında duruyorum; ilk başlarda ölümcül karanlığa çökmeden önce rüyalarında çok konuştular. Ayrıca bana uzaktaki şeyleri görmek de bahşedilmiştir.”
Aragorn önce Faramir’e gitti, sonra Eowyn Hanım’a ve en son olarak da Merry’ye. Hastaların yüzüne bakıp da hastalıklarını görünce iç geçirdi. “Burada bana bahşedilmiş olan bütün gücü ve beceriyi ortaya koymam gerekecek,” dedi. “Keşke Elrond burada olsaydı çünkü o bizim soyumuzun en yaşlısıdır ve en büyük güce sahiptir.”
Onun çok üzgün ve yorgun olduğunu gören Eomer dedi ki: “Önce dinlenmen, en azından biraz bir şeyler yemen gerekmez mi?”
Fakat Aragorn şöyle cevap verdi: “Hayır, çünkü bu üçü ve en çok da Faramir için zaman sona ermek üzere. Elimizden geldiğince acele etmeliyiz.”
Sonra Ioreth’e seslendi ve dedi ki: “Bu Ev’de şifalı otlar stoku var mı?”
“Evet beyim,” diye cevap verdi kadın; “ama yeterince yok tahminimce, ihtiyacı olan herkese yetecek kadar yok. Fakat dahasını nerede bulabileceğimizi bilmediğimizden eminim; çünkü bu korkunç günlerde ateşlerle yangınlarla, bu kadar az haber getirip götüren delikanlılarla, tıkanan yollarla her şey karman çorman oldu. Baksanıza Lossarnach’tan pazara bir taşıyıcı gelmeyeli kaç sene oldu! Fakat biz Ev’de elimizdekilerle, elimizden geleni yapıyoruz beyefendi hazretleri, sizin de bildiğiniz gibi mutlaka.”
“Ancak gördükten sonra varabilirim bu hükme,” dedi Aragorn. “Az bulunan bir şey daha var; o da konuşacak zaman. Athelas var mı?”
“Bilmiyorum beyefendi emin olun,” diye cevap verdi kadın, “en azından o isimle bilmiyorum. Gidip şifalı otlar ustasına sorayım; o bütün eski adları bilir.”
“Kralfoyası da denir,” dedi Aragorn; “belki bitkiyi bu isimle tanırsınız; çünkü köylüler son günlerde bu ismi kullanıyor.”
“Hı o mu!” dedi Ioreth. “Eh beyefendi hazretleri baştan öyle söyleseydiniz size cevap verebilirdim. Hayır, ondan hiç olmadığından eminim. Tuhaf, bu bitkinin büyük bir tesiri olduğunu hiç duymamıştım; hemşirelerle yetiştiği ormanlarda ona rast geldiğimizde sık sık şöyle derdim: ‘kralfoyası,’ derdim, ‘garip bir isim, acaba neden böyle bir isim takılmış; çünkü eğer ben bir kral olsaydım bahçemde çok daha parlak bitkiler yetiştirirdim.’ Yine de ezildiğinde hoş bir koku çıkartır, öyle değil mi? Tatlı, yerinde bir deyim olabilir mi: Tekin, belki de daha yaklaşık bir sözcük.”
“Tekin, gerçekten,” dedi Aragorn. “Ve şimdi hatun kişi, eğer Hükümdar Faramir’i seviyorsan, dilin gibi seri koş da bana kralfoyası getir, eğer Şehir’de bir yaprakçık bile varsa.”
“Eğer yoksa,” dedi Gandalf, “Ioreth’i arkama alıp Lossarnach’a sürerim atımı; beni ormana götürür, kız kardeşlerine değil. Gölgeyele de ona acele etmenin ne demek olduğunu gösterir.”
Ioreth gittiğinde Aragorn diğer kadınlara suyu iyice ısıtmalarını söyledi. Sonra Faramir’in elini eline aldı, diğer elini de hasta adamın alnına koydu. Alnı terden sırılsıklamdı; fakat Faramir ne kıpırdadı, ne de bir harekette bulundu; zorlukla nefes alıp veriyor gibiydi.
“Hemen hemen tükenmiş,” dedi Aragorn Gandalf’a dönerek. “Fakat bu yaradan kaynaklanmıyor. Bakın! Yara iyileşiyor. Sizin zannettiğiniz gibi Nazgul’ün bir okuyla vurulmuş olsaydı, o gece ölürdü. Bu yara Güneyli bir okla açılmış tahminim. Kim çıkarttı oku? Ok saklandı mı?”
“Ben çıkardım oku,” dedi İmrahil, “ve kanını durdurdum. Fakat oku alıkoymadım, çünkü yapacak çok işimiz vardı. Ok, hatırladığım kadarıyla, aynı Güneylilerin kullandıkları cinstendi. Yine de ben onun yukardaki Gölgelerden gelmiş olduğunu zannettim, çünkü ateşi ve hastalığı başka türlü açıklanmıyordu; yani yara fazla derin ve önemli olmadığı için. O halde bu meseleyi nasıl açıklıyorsun?”
“Yorgunluk, babasının durumuna duyduğu üzüntü, yara ve hepsinin üzerine Kara Nefes,” dedi Aragorn. “Hala kuvvetli bir iradeye sahip, çünkü dış surlarda savaşmaya gitmeden önce Gölge’nin çok altına yaklaşmıştı. O mevkiini korumaya çalışıp savaşırken yavaş yavaş karanlık üzerine çökmüş olmalı. Keşke daha önce buraya varabilseydim!”
Bu sırada şifalı otlar ustası geldi. “Beyefendi hazretleri kralfoyası istemiş, köylülerin deyimiyle,” dedi; “ya da soylu dilde veya iyi kötü biraz Valinorca bilenler için athelas…”
“Ben biliyorum,” dedi Aragorn, “ve şu anda buna asea aranion mu dersin kralfoyası mı umurumda değil, yeter ki sende biraz bulunsun.”
“Affedersiniz beyim!” dedi adam. “Görüyorum ki siz bir irfan ustasısınız, sadece savaşta bir komutan değil. Fakat heyhat! Beyim, biz bu şeyi sadece çok ağır yaralıların veya hastaların bakıldığı Şifa Evleri’nde bulundurmuyoruz. Çünkü bizim bildiğimiz kadarıyla, kötü havayı yumuşatmak ya da gelip geçici bir ağırlığı uzaklaştırmaktan başka bir tesiri yok. Tabii eğer, bizim iyi yürekli Ioreth’imiz gibi kadınların hala anlamadan tekrarladıkları, eski günlerden kalma tekerlemelere kulak asıyorsanız o başka.
Tüm ışıklar sönünce
ölüm gölgesi büyüyünce
üfleyince kara nefes
gel athelas, gel athelas!
Şifa kralın ellerinden
Hayata döner ölen!
Bu sadece, korkarım, eski ebelerin hafızalarında zamanla bozulmuş, pek önemi olmayan ufak bir şiir. Anlamını, takdir etmeniz için size bırakıyorum, tabii eğer bir anlamı var ise. Fakat eskiler hala otun çayını baş ağrısına karşı içerler.”
“O halde kral adına gidin de daha az irfan sahibi ama aklı daha başında olan, evinde hala biraz bu ottan bulunduran yaşlı bir adam bulun!” diye bağırdı Gandalf.
Aragorn Faramir’in yanma diz çökmüş, bir elini alnına koymuştu. Onu izleyenler büyük bir mücadelenin yaşanmakta olduğunu hissettiler. Çünkü Aragorn’un yüzü yorgunluktan kül gibi olmuştu; arada sırada Faramir’in ismini sesleniyordu fakat sanki Aragorn da onlardan uzaklaşmıştı, sesi ırak karanlık vadinin birinde, kaybolmuş birine sesleniyormuş gibi her seferinde kulaklarına biraz daha belirsiz geliyordu.
Sonunda Bergil koşarak içeri girdi, bir bezin içinde altı tane yaprak taşıyordu. “Kralfoyası Beyim,” dedi; “ama taze değil korkarım. En azından iki hafta önce toplanmış. Umarım bir işe yarar Beyim!” Sonra Faramir’e bakarak gözyaşlarına boğuldu.
Fakat Aragorn gülümsedi, “işe yarayacak,” dedi. “En kötüsü geçti. Kal burada, için rahatlasın!” Sonra iki yaprak alarak bunları elleri üzerine koydu ve üzerine nefes verdi, sonra yaprakları ufaladı; bunun üzerine hemen bütün odayı bir canlılık kapladı, sanki havanın kendisi uyanmış da kıpırdaşıyormuş, neşeyle parıldıyormuş gibi. Sonra yaprakları, kendisine getirilen dumanı tüten suyla dolu kaselere koydu ve koyar koymaz bütün yürekler ferahladı.
Çünkü herkesin burnuna gelen rayiha; ilkbahardaki zarif dünyanın kendisinin de gelip geçici bir hatıra olduğu bir ülkedeki gölgesiz bir güneşin doğurduğu şebnemli sabahların hatırasına benziyordu. Fakat Aragorn canlanmış olarak ayağa kalktı; kaseyi Faramir’in hülyalar içindeki yüzüne doğru tutarken gözlerinin içi gülüyordu.
“Olur şey değil! Kim inanırdı?” dedi Ioreth yanında duran bir kadına. “Ot benim tahmin ettiğimden de iyi. Genç kızlığımdaki Imloth Melui’nin güllerini hatırlattı; hiçbir kral da bundan fazlasını isteyemez.”
Aniden Faramir kıpırdadı, gözlerini açtı ve üzerine eğilmiş olan Aragorn’a baktı; gözlerinde bir bilgi ve sevgi ışığı tutuştu ve yavaş yavaş konuştu. “Efendim beni siz çağırdınız. Geldim. Kralımız ne buyuruyorlar?”
“Artık gölgelerde dolanma, uyan!” dedi Aragorn. “Çok yorgunsun. Biraz dinlen, bir şeyler ye ve geri döndüğümde hazır ol.”
“Olacağım efendim,” dedi Faramir. “Kral döndüğünde kim aylak aylak yatmak ister!”
“O halde bir süre için hoşça kal!” dedi Aragorn. “Bana ihtiyacı olan diğerlerine gitmem gerek.” Sonra Gandalf ve Imrahil ile bölmeyi terk etti; fakat Beregond ile oğlu mutluluklarına hakim olamadan arkada kaldılar. Gandalf’ı takip eden Pippin kapıyı kapatırken Ioreth’in şöyle bağırdığını duydu:
“Kral! Duydunuz mu? Dememiş miydim? Bir şifacının elleri demiştim.” Ve kısa bir süre içinde kralın gerçekten de aralarına gelmiş olduğu ve savaştan sonra şifa dağıttığı haberi Ev’den her yana yayıldı, bütün Şehir’i dolandı.
Aragorn Faramir’i kurtardıktan sonra Önce Eowyn’in yanına gitti. Ardından da Merry’nin yanına gitti. Sonunda üçünü de kurtarmıştı. Şifa Evleri’nin Şifacıbaşısı’na Faramir ve Eowyn’in uzun bir süre daha ihtimamla bakılmasını istedi. Merry’nin ise ertesi gün ayağa kalkabileceğini ve arkadaşlarının gösetiminde yürüyebileceğini söyledikten sonra yemek yemeye ve dinlenmeye gitti.
Ertesi gün Komutanlar bundan sonra ne yapacakları hakkında fikir alışverişinde bulundular. Kararları iki gün sonra 6.000 kişilik bir orduyla Kara Kapılar’a savaşmaya gideceklerdi. Faramir, Eowyn ve Merry henüz iyileşmemiş olduklarından bu savaşa katılamamışlardı.
Komutanlar gideli iki gün olmuştu. Ama Eowyn’in rahatsızlığı her gün büyüyordu. Bunun nedeni tembel tembel yatmasıydı. Şifacıbaşı’na ısrar etse de bir sonuç alamadı. En sonunda Şifacıbaşı onu Faramir’le görüştürdü.
”Beyim, dedi şifacıbaşı, ”Rohan’lı Hanım Eowyn burada. Kralla birlikte sürmüştü atını ve çok kötü biçimde yaralanmıştı; şu an da benim nezaretim altında kalıyor. Fakat halinden memnun değil, Şehir’in Vekilharcı’yla konuşmak istiyor”
”Sözlerini yanlış bellemeyin beyim,” dedi Eowyn. ”Beni üzen bana gösterilen ilginin azlığı değil. İyileşmeyi dileyenler için bu evlerden daha iyisi bulunmaz. Ama ben tembel tembel, işsiz güçsüz, kafese kapatılmış yatamam. Cenk alanında ölümü aradım ben. Ama ölmedim ve cenk devam ediyor.”
Faramir’in bir işaretiyle Şifacıbaşı eğilip selam vererek ayrıldı. ”Ne yapmamı arzu edersiniz hanımefendi?” diye sordu Faramir. ”Ben de hekimlerin bir tutsağıyım.” Kıza baktı; acıma duygularıyla derinden etkilendiği için, kızın o hüznün içindeki güzelliğinin kalbini paramparça edeceğini hissetti. Ve kız da ona bakarak gözlerinde ağırbaşlı bir şefkat gördü; yine de cenk eden adamlar arasında yetiştirilmiş olduğundan, karşısında hiçbir Yurtlu Süvari’nin bir savaşta boy ölçüşemeyeceği birinin durduğunu biliyordu.
”Ne diliyorsunuz?” dedi adam yine. ”Eğer benim gücüm dahilindeyse yaparım.”
”Bu Şifacıbaşı’na emredip beni bırakmalarını söylemenizi,” dedi kız; fakat sözleri hala mağrur olsa da gönlü duraksadı; ilk kez olarak kendinden o kadar emin değildi. Bu uzun boylu adamın, hem sert hem de yumuşak olan bu adamın, onun, tıpkı sıkıcı bir işin sonuna kadar gidecek bir sabrı olmayan bir çocuk gibi, tamamen dik başlı biri olduğunu sanabileceğini düşündü.
”Ben de Şifacıbaşı’nını gözetimi altındayım,” diye cevap verdi Faramir. ”Henüz Şehir’deki yetkilerimi de üstlenmiş değilim. Ama öyle olmuş olsaydı bile, yine de onun öğütlerini dinler ve mesleğiyle ilgili konularda istekleriyle çelişmezdim, çok fazla gerekmedikçe.”
”Ama ben iyileşmek istemiyorum,” dedi kız. ”Ağabeyim Eomer ya da Kral Theoden gibi atımı cenge sürmek istiyorum, çünkü o öldü ve hem şerefe hem de huzura kavuştu.”
”Artık komutanları izlemek için çok geç hanımefendi, gücünüz yerinde olsaydı bile,” dedi Faramir. ”Fakat savaşta ölmek daha hepimize nasip olabilir, istesek de istemesek de. Hala zaman varken Hekim’in dediklerini yaparsanız, ölümü kendi usulünüzce karşılamak için daha hazırlıklı olursunuz. Siz ve ben, bu bekleyiş saatlerine sabırla birlikte katlanmalıyız.”
Kız cevap vermedi, fakat adam ona bakarken içinde bir şeylerin yumuşamış olduğunu hissetti, sert buzların baharın ilk belli belirsiz işaretine boyun eğmesi gibi. Kızın gözünde yaşlar belirip yanağından aşağı süzüldü, pırıltılı bir yağmur damlası gibi. Mağrur başı biraz eğildi. Sonra sessizce, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi: ”Ama hekimler beni daha yedi gün yatakta yatıracaklarmış.” dedi. ”Sonra benim pencerem doğuya bakmıyor.” Sesi artık genç ve mahzun bir genç kızınki gibiydi.
Yüreği merhametle dolu olsa da Faramir gülümsedi. ”Pencereniz doğuya bakmıyor mu?” dedi. ”Bunun çaresine bakabiliriz. Bu konuda Şifacıbaşı’na emir verebilirim. Eğer evde, bizim gözetimimizde kalırsanız hanımefendi, o zaman dilerseniz güneş olduğu zamanlar bahçede yürüyebilirsiniz istediğiniz gibi; bütün ümitlerimizin gitmiş olduğu yere, doğuya bakabilirsiniz. Beni de burada bulacaksınız, yürürken, beklerken ve sizin gibi doğuya bakarken. Eğer benimle konuşursanız veya bir süre benimle yürürseniz, içimi rahatlatmış olursunuz.”
O zaman kız başını kaldırarak yeniden adamın gözlerinin ta içine baktı ve solgun yüzüne bir renk geldi. ”Sizin içinizi nasıl rahatlatabilirim beyim?” dedi. ”Üstelik ben yaşayan insanların muhabbetini istemiyorum.”
”Benim samimi cevabımı duymak ister misiniz?” dedi adam.
”İsterim.”
”O halde Rohan’lı Eowyn size çok güzel olduğunuzu söyleyeyim. Tepelerde vadilerimizde zarif ve parlak çiçekler ve bu çiçeklerden de zarif genç kızlarımız vardır; fakat bu güne kadar Gondor’da bu kadar güzel ve bu kadar hüzünlü ne bir çiçek, ne bir genç kız gördüm. Belki de dünyamıza karanlık çökmesine sadece birkaç gün kalmıştır; o gün gelip çattığında buna metanetle karşı koymayı ümit ediyorum; fakat Güneş daha parıldarken sizi hala görebileceğimi bilmek içimi rahatlatırdı. Çünkü hem siz, hem ben Gölge’nin kanatları altından geçtik ve aynı el bizi geri çekip aldı.”
”Heyhat, beni değil beyim!” dedi kız. ”gölge hala benim üzerimde. Benim iyileşeceğimi zannetmeyin! Ben cengaver bir kızım ve ellerim nazik değildir. Fakat size en azından şu konuda teşekkür edebilirim, artık odamda kalmak zorunda değilim. Şehir’in Vekilharcı’nın alicenaplığı sayesinde dışarıda yürüyebileceğim.” Eğilerek ona selam verdi ve eve geri yürüdü. Fakat Faramir uzun bir süre bahçede yalnız başına yürümeye devam etti; bakışları artık doğudaki surlardan ziyade eve doğru kayıyordu.
Faramir odasına döndüğünde Şifacıbaşı’na Eowyn hakkında bütün bildiklerini anlattırdı. Şifacıbaşı ise Merry’den Eowyn hakkında daha fazla şey öğrenebileceğini söyledi. Böylece Faramir Merry’yi çağırttı ve bildiklerini anlattırdı. Uzun uzun konuştular. Faramir, Merry’den onun anlattığından çok daha fazlasını öğrendi.
Faramir ve Eowyn birlikte daha fazla vakit geçirmeye başlamışlardı. Böylece ilk karşılaştıkları günün üzerinden beş gün sonra yine surların üzerinde durup konuşurlarken hiç beklemedikleri bir şey oldu. Doğu’dan gelen büyük bir kartal görüldü ve Batılı Komutanlar’ın zaferini haber veriyordu. Karanlık Kule düşmüştü.
İzleyen günlerde herkes Kral’ın gelişi için hazırlanıyordu. Merry Cormallen Kırları’na çağrılmıştı. Faramir gitmemişti. Çünkü onun görevi Kral için hazırlıklar yapmaktı. Eowyn, Eomer tarafından çağrılmış olmasına rağmen gitmemişti. Üstelik üzgün ve sıkıntılıydı. Faramir, en sonunda Eowyn’le konuştu.
Bunun üzerine Faramir gelerek kızı aradı ve bir kez daha birlikte surlarda durdular; şöyle dedi Faramir: ”Eowyn neden buralarda oyalanıyorsunuz da Cair Andros’un gerisindeki, ağabeyinizin sizi beklediği Cormallen’e gidip neşelenmiyorsunuz?”
Kız ise şöyle dedi: ”Bilmiyor musunuz?”
Fakat o şöyle cevapladı: ”Bunun iki nedeni olabilir ama hangisi doğru bilmiyorum.”
Kız ise şöyle söyledi: ”Bilmecelerle uğraşmaya hiç niyetim yok. Daha açık konuşun!”
”Madem öyle istiyorsunuz hanımefendi,” dedi adam: ”gitmiyorsunuz çünkü sizi çağıran yalnızca ağabeyiniz ve artık Elendil’in varisi Hükümdar Aragorn’a bu zafer gününde bakmak sizi mutlu etmeyecek. Ya da ben gitmediğim için ve siz de benim yanımda kalmak istediğiniz için gitmiyorsunuzdur. Ya da belki de her iki neden de geçerlidir ve belki siz kendiniz de bunlar arasında bir seçim yapamıyorsunuzdur. Eowyn, beni sevmiyor musunuz, ya da beni sevmeyecek misiniz?”
”Ben bir başkası tarafından sevilmeyi arzu etmiştim,” diye cevap verdi kız. ”Fakat hiçbir erkeğin bana acımasını istemem.”
”Bunu biliyorum,” dedi adam. ”Hükümdar Aragorn’un sevgisini istiyordunuz. Çünkü o yüce ve kudretliydi; siz de şan, şeref ve dünyada sürünen kötü şeylerin çok üzerinde olmak istiyordunuz. Ve genç bir askere büyük bir komutan nasıl görünürse, o da öylece kazandı sizin gönlünüzü. Çünkü o öyle biri, insanlar arasında bir kahraman ve günümüzün en büyük hükümdarı. Fakat o size sadece anlayış gösterip acıyınca o zaman savaşta yiğitçe ölmekten başka hiçbir şey istemediniz. Bana bakın Eowyn!”
Ve Eowyn Faramir’e uzun uzun ve gözlerini kaçırmadan baktı; Faramir şöyle dedi: ”Kibar bir yüreğin armağanı olan acıma duygusuna kızmayın Eowyn! Ama ben size acımıyorum. Çünkü siz hem yüce, hem yiğit bir hanımsınız, hem de kendi başınıza uzun yıllar unutulamayacak bir ün kazandınız; sonra çok güzel bir hanımsınız, bence elf lisanında bile kelimelere sığmayacak bir güzelliğiniz var. Ve ben sizi seviyorum. Bir kez hüznünüz karşısında size acımıştım. Fakat şimdi, hiç mahzun olmamış olsaydınız dahi, Gondor’un hiçbir şeyden korkmayan hiçbir eksiği olmayan neşeli Kraliçesi olmuş olsaydınız dahi, sizi yine severdim. Eowyn beni sevmiyor musunuz?”
Bunun üzerine Eowyn’in kalbi değişti ya da en sonunda o da anladı. Ve aniden kışı geçiverdi, içinde güneş parladı.
”Minas Arnor’da, Güneş Kulesi’nde duruyorum,” dedi; ve bakın! Gölge gitti! Artık cengaver bir kız olmayacağım, büyük Süvariler’le de yarışmayacağım ve sadece kılıçtan geçirilenlerle ilgili şarkıları dinleyip zevk almayacağım. Bir hekim olacağım ve yetişen, kısır olmayan her şeyi seveceğim.” Yine Faramir’e baktı. ”Artık kraliçe olmak istemiyorum,” dedi.
Sonunda ikisi de birbirlerini sevdiğini söylemişlerdi. Faramir surun üzerinde herkesin görebileceği bir biçimde Eowyn’i kollarına alarak öptü. Ve Eowyn Kral Eomer gelene kadar orada kaldı.
Artık Şehir’de herşey hazırdı. En sonunda Kral ve beraberindekiler Minas Tirith’e varmıştı. Ve Faramir dışarı çıktı. Yanındaki adamlar gümüşle bağlanmış kocaman siyah Lebethron’dan bir kutu taşıyorlardı. Faramir’in görevi iade etmesinin zamanı gelmişti.
Faramir orada toplananlar arasında duran Aragorn’u karşılayarak önünde diz çöktü ve şöyle dedi: ”Gondor’un son Vekilharcı görevini iade etmek için izin istiyor.” Ve beyaz bir sopa uzattı; fakat Aragorn sopayı tutup tekrar geri verdi ve şöyle dedi: ”Bu görev henüz sona ermedi; bu görev senin ve soyun devam ettikçe torunlarının olacaktır. Şimdi görevini yerine getir!”
Bunun üzerine Faramir ayağa kalkarak net bir sesle konuştu: ”Gondor İnsanları bu Ülke’nin Vekilharcı’na kulak verin! Bakın! Sonunda Kral, krallığını almaya geldi. İşte Arathorn oğlu Aragorn, Arnor’lu Dunedain’in reisi, Batı Ordusu’nun Komutanı, Kuzey Yıldızı’nın taşıyıcısı, Yeniden Dövülen Kılıç’ın kullanıcısı, savaşın galibi, elleri şifa dağıtan Elftaşı, Valandil soyundan Elessar, Isildur’un oğlu, Numenor’lu Elendil’in oğlu. Kral olup Şehir’e girsin ve burada yaşasın mı?”
Bütün ordu ve bütün halk tek bir ses olup evet diye bağırdı.
Faramir, Aragorn’a son kral Earnur’un tacını getirdi. Ama Aragorn tacı Faramir’e geri vererek tacı Frodo’nun getirmesini Gandalf’ın başına koymasını istedi. Ve Aragorn’un isteğini yerine getirdiler. Sonunda Aragorn Kral olmuştu.
Aragorn, Faramir’e Ithilien Prensliği’ni verdi. Faramir, Theoden’in cenaze töreninde Eowyn’le evlenmek istediklerini Eomer’e söyledi. Eomer’de bu isteklerini kabul etti ve 3020 yılında evlendiler. Elboron adında bir oğulları oldu. Ithilien Prensi Dördüncü Çağ’ın 82’inci yılında öldü.
Eğer Orta Dünya hayranıysanız, bizi Twitter, Instagram ve Facebook üzerinden takip etmeyi unutmayın!
Yüzüklerin Efendisi dizisiyle ilgili son haberleri takip etmek için portalımıza, Orta Dünya ile ilgili tartışmalara katılmak için de forumumuza mutlaka bir göz atın.
YouTube ve Twitch kanallarımıza da bekleriz.
2 yorum
Yazıdan Bahsedenler Sauron Tek Yüzük'ü Ele Geçirse Neler Olurdu? - Orta Dünya
Yazıdan Bahsedenler Boromir - Orta Dünya - Ak Kule'nin Yiğit Komutanı Boromir Kimdir?