Orta Dünya’da Cinsellik ve Tabu

Edebiyat ve Kültür Tarihinde Cinsellik ve Tabu’nun Gelişimi

Orta Dünya’da cinsellik ve tabu kavramlarını ele alabilmemiz için öncelikle edebiyat tarihinde ve kültürde bu olguların gelişimine göz atmamız gerekir. Edebiyat tarihinin perspektifinden insanın kültürel gelişimine baktığımızda, edebiyat eserlerinin özellikle cinselliğin tarihine dair oldukça doyurucu bilgiler verdiğini de fark ederiz. Eğer en baştan bu konuyu ele almak istersek bunun için bakmamız gereken ilk yer bilinen ilk edebiyat eseri değil, yazının bile daha icat edilmemiş olduğu avcı-toplayıcı dönem ile ilgili antropolojik ve arkeolojik çalışmalar olacaktır. Bu çalışmalardan bildiğimiz kadarıyla avcı-toplayıcı dönemlerde toplum yapısı (ki topluluk demek daha doğru olur) bugün bildiğimiz toplum yapısından doğal olarak çok büyük farklılıklarla öne çıkıyor. Bu farklılıklardan en büyüğü ise bu topluluklardaki cinsel kimlik yapılanması. Avcı-toplayıcı toplulukların beslenme ve barınma koşullarındaki “yer değiştirme” ya da daha doğrusu “seyyarlık” olgusu bu toplulukların bireyleri arasındaki ilişkilerin dinamiğine de etki etmektedir.

Her ne kadar bu dönemlerde de biyolojik tabanlı farklılıklardan ötürü erkeklerin büyük çoğunluğu avcılığa, kadınların büyük çoğunluğu da toplayıcılığa yönelmiş olsa da o dönemin kısıtlı anatomi bilgisi sebebiyle mitleşmeye kadar giden “seks” olgusu neolitik avcı-toplayıcı toplulukların cinsiyet açısından daha eşitlikçi bir yapısının olmasını sağladı. Bu yapının oluşmasının yegâne sebeplerinden bir tanesi ise avcı-toplayıcı seyyar topluluklarda “baba”nın belirsiz olmasıydı. Doğal olarak günümüz monogamik yapısı ve medikal teknikleri babanın belirlenebilmesi için bizlere oldukça kolaylık sağlasa da avcı-toplayıcı toplulukların çok-eşli yapısı ve yetersiz medikal/anatomik bilgisi o topluluklarda doğan çocukları “herkesin” çocuğu yapıyordu. Doğum işleminin kendisi annede görülebilir ve elle tutulabilir bir işlem olduğu için kimlik olarak “anne” belliyken babanın belirsiz olması yerleşik düzene geçilmeye kadar giden bir kültürel oluşumun enerjisini açığa çıkardı. Ataerkil toplum yapısının kuruluşu ve dolayısıyla cinsellik ve tabuların kuruluşu ise tam bu noktada açığa çıkıyor.

İnsanlık tarihinin en büyük dönüm noktalarından bir tanesi avcı-toplayıcı kabilelerin yerleşik düzene geçmesi olmuştur. Yerleşik düzene geçişin arka planındaki dinamikler ise konumuz için oldukça önemli bir noktayı barındırıyor. Avcı-toplayıcı toplulukların sürdürülebilir bir yaşam için yerleşik düzene geçtiğini düşünürsek büyük bir hataya düşeriz. Çünkü aslında o dönemin şartları altında avcı-toplayıcı/seyyar yaşam biçimi çok daha sürdürülebilir. Yirmi kişilik bir kabilenin geçici olarak konumlandığı bir mekandaki av hayvanlarının sayısı azalır, toplayacakları meyveler ve sebzeler tükenirse yapmaları gereken tek şey yeni bir mekâna geçmekti. Yerleşik tarım düzeninde ise bugün kültürümüzü birçok açıdan etkileyen sorunların çıkış noktalarını görüyoruz. Toprağın işlenmesiyle ortaya çıkan açlık ve kıtlık sorunlarının işgallere ve savaşlara yol açması, salgın hastalıklar, eşitsizliğin hüküm sürdüğü toplum yapısı ve yerleşik düzenin giderek yayılmacı bir politika izlemesi gibi.

Orta Dünya’da Cinsellik
Venüs’ün Doğumu – Sandro Botticelli – Orta Dünya’da Cinsellik

Peki neden avcı-toplayıcı topluluklar daha sürdürülebilir ve pratik olmamasına rağmen büyük bir külfetin altına girip de yerleşik düzene geçmeyi tercih ettiler? Bugün hiç kimse bunun kesin sebebini bilmiyor. Sadece teoriler üretebiliyoruz. Edebiyat tarihi, kültür tarihi ve psiko-tarihsel açılardan baktığımızda bu alanların bize sunduğu teorilerden en yaygın olanı ise yerleşik düzene geçişin arka planında cinsel kimliklerin rolü olması. Avcı-toplayıcı topluluklarda babanın kimliğinin belirsiz olmasının cinsiyet rolleri açısından bu toplulukların daha egaliter bir yapısının olduğundan bahsetmiştik. Bugün yapılan evrimsel antropoloji çalışmalarına göre avcı toplayıcı kabilelerin monogamik/poligamik açıdan karışık bir ilişkilenmesi var. Yani toplulukların büyük bir çoğunluğunda her iki ilişki biçiminin var olduğu söylenmekte.

Yapılan bir diğer araştırmaya göre ise biyolojik babanın kim olup olmadığı çocukların bakımı için de oldukça önemli, çünkü avcı-toplayıcı topluluklardaki babalar kendi çocukları olarak bildikleri, yani biyolojik baba olduklarından emin oldukları çocuklarına diğer çocuklardan çok daha iyi bakım sağlıyorlar. [1] Babalar aynı zamanda seyyar bir toplulukta “taşıyıcı” da oluyorlar ve çocukları taşıma görevi büyük çoğunlukla babalara veriliyor. Bu gibi etkenler babaların çocuk bakımında çok daha etkin rol almasını sağlıyor fakat öte yandan artan sorumlulukları psikolojik açıdan farklı etkilenmelere yol açıyor.

Kültür’ün Kuruluşu ve Cinsellik Algısının Değişimi

Yaklaşık 10.000 yıllık bir avcı-toplayıcı döneminde biriken “biyolojik baba” paranoyası ve çocuk yetiştirme ile avcılık arasında gidip gelen “zaman yönetimi” çıkışsızlığı erkekleri daha pratik ve kolaylaştırıcı unsurlar aramaya itiyor. Aynı zamanda kadına karşı oluşan önyargıların ve düşmanlıkların tohumları da bu dönemde ekiliyor. Bu noktada yerleşik düzene geçişin arka planında yaşamsal sürdürülebilirlikten çok domestik ve psikolojik bir sürdürülebilirliğin var olduğunu fark ediyoruz. Domestik, kapalı bir ortama koyulan anne ile birlikte babalar çocuklarının biyolojik kimliklerinden daha emin olmuş, üzerlerinden çocuk bakım yükünün büyük bir kısmını atmış ve “eve ekmek getirme” görevine daha da sıkı sıkıya sarılmıştır.

Neolitik devrim ya da diğer adıyla tarım devrimi erkeğin 10.000 yıllık paranoyasından erkeği kurtarmış ve kadın üzerindeki baskı neolitik devrimden günümüze kadar devam etmiştir. Bunun en güzel örneklerini en başta bahsettiğim gibi edebiyat eserlerinde, felsefede ve kültürü oluşturan her parçada görebiliyoruz. Mesela Pisagor’un zıtlıklar tablosuna bir göz atalım:

Orta Dünya’da Cinsellik
Pisagor’un Zıtlıklar Tablosu – Orta Dünya’da Cinsellik

Bu tablo felsefe tarihinde zıtlıklar bağlamında bilinen en eski tablodur. Bildiğimiz anlamıyla felsefenin kuruluşuna denk düşen dönemde Pisagor’un kurduğu bu zıtlıklar tablosunda dikkatimizi çeken ilk şey erkek ve kadın sütunlarında birbirleriyle ilintili şekilde atfedilen özellikler. Erkeğin bulunduğu sütunda “sınır, ışık-aydınlık, iyi, teklik, sağ, sabit, düz, tekil ve kare” gibi karakteristikler/sıfatlar bulunurken kadının bulunduğu sütunda ise “sınırsız, karanlık, kötü, çok, sol, hareket, kavisli, çift, oblong” gibi karakteristikler/sıfatlar görmekteyiz. Felsefe ve kültür tarihine işleyen bu zıtlıklar tabi ki de durup dururken oluşmadı. Bu noktada avcı-toplayıcı dönemde erkeğin 10.000 yıllık kimliksizliği, paranoyası ve bastırılmışlığının dışavurumunu görmekteyiz.

Kültüre ve yerleşik düzene dair bütün karakteristiklerin erkek sütununda yer aldığını görüyoruz. Neolitik devrim ile beraber toplumlar “sınırlı” bir alana, “kare” evlere, “tekilliğin”, “sabitliğin” ve statikliğin hâkim olduğu bir yaşam biçimine geçmiş oldu. Babalar artık toplum yapısına hâkim, tekil ve de en güçlü role sahipler. Öte yandan kadın ise avcı-toplayıcı dönemin sıfatlarını olduğu gibi taşıyor, bilinmeyenin, karanlığın, şekilsizliğin ve de çoğulluğun birer sembolü olarak erkek tarafından kurulan kültürün sürekli olarak baskısı altında yaşamaya başlıyorlar. Bu noktada en eskisinden günümüze kadar bütün edebi eserlerde erkeğin avcı-toplayıcı dönemdeki paranoyası ve kimliksizliğinin yansımasını ve de buradan yola çıkarak kurduğu yerleşik düzenin ve kültürün kadınlar üzerindeki yansımasını rahatlıkla görebiliyoruz. Mesela örnek olarak bilinen en eski mit olan Gılgamış Destanı’ndan bir pasaja bakalım:

“Biliyor musun oğlum, Gılgamış Uruk’ta oturuyor.

Onu yenecek kimse yoktur. Gökten inen yoğun cevhere

benzer. Gücü büyüktür. Ona, krala yüzünü dön! Güçlü

adam hakkında ona bilgi ver. O sana bir fahişe versin.

Onu kıra götür. O kadın, bu adamı orada, güçlü bir

adam gibi yensin. Yabanıl hayvanlar suvata yaklaştıklarında,

o kadın giysisini atsın ve o da zevke dalsın.

Kadını görür görmez, ona yaklaşacaktır: Fakat kırlarda

onunla birlikte yürüyen hayvanlar, onu yadsıyacaklardır.” [2]

Gılgamış destanında, Gılgamış Uruk kentinin despot hükümdarıdır. Tanrılar, Gılgamış’ın tiranlığını törpüleyebilmek için ona bir “arkadaş” yollarlar. Bu arkadaşın adı “Enkidu”dur. Lâkin Enkidu, medeniyet/yerleşik düzen öncesi avcı-toplayıcı bireylerin özelliklerine sahip birisidir. Şehre girip de Gılgamış ile yüz göz olabilmesi için öncelikle “medenileştirilmesi” gerekmektedir. Enkidu’yu medenileştirebilmek için Uruk’ta yaşayanlar onun bir fahişe ile beraber olması gerektiğini söyler. Enkidu avcı-toplayıcı dönemin avcı-baba karakteristiklerini taşıyan bir karakterdir. Avcı-toplayıcı dönemden yerleşik düzene geçişte söylevin ne kadar önemli bir hâle geldiğini burada görmekteyiz. Çünkü her ne kadar yerleşik düzene geçişte erkeğin paranoyası ve baskılanması önemli bir rol oynasa da Gılgamış Destanı’nda avcı-baba figürünün medenileşebilmesi için bir “fahişe” ile beraber olması gerektiğini görüyoruz.

Enkidu gerçekten de fahişe ile beraber olduktan sonra doğa ve hayvanlar onu yadsımaya başlamış, şehre gidip medenileşmiştir. Erkeğin öncüllüğünü ederek kurduğu kültür bir nevi intikam mekanizması haline geliyor. 10.000 yıllık paranoya ve bastırılmışlık kültür tarihinde kadına karşıt bir söylev mekanizmasına dönüşüyor. Kültürü oluşturan her bir yapı parçasında da; edebiyatta, felsefede, antropolojide, psikolojide ve sanatın her dalında da bu karşıt söylevin parçalarını buluyor, cinsellik ve tabunun kökenlerini görebiliyoruz.

Orta Dünya’da Cinsellik ve Tabu

Orta Dünya’da cinsellik ve tabunun ne gibi noktalarda karşımıza çıktığını görebilmek ve anlayabilmek için kültür tarihinde cinsel kimliğin kökenlerini kabaca ele almamız gerekti. Çünkü günümüzde Orta Dünya ve cinsellik kelimeleri yan yana geldiğinde doğan tepkileri aslında daha yeni gördük. Amazon’un İkinci Çağ’da geçecek Orta Dünya dizisine dair bazı söylentiler dizide çıplaklığın olabileceği yönündeydi. Buna karşılık olarak hayranlardan ise topyekûn bir isyan çığlığı yükseldi. Bu noktada grafik cinsellik ve de kültür tarihine içkin olan cinsellik ve tabuyu birbirine karıştırmamamız gerekiyor.

J.R.R Tolkien pek tabii Katolik bir insandı ve de özellikle cinsellik konusunda muhafazakâr bir ailede yetişti. Dini bütün bir birey olarak bilinen Tolkien aynı zamanda sık sık bu konulardaki görüşlerini de dile getirmiştir. Bir mektubunda şöyle bir cümle kuruyor: “The devil is endlessly ingenious, and sex is his favorite subject,” [3] Kabaca cümleyi çevirecek olursak “Şeytan’ın uçsuz bucaksız bir mahareti vardır, seks ise onun en sevdiği konudur.” Bu noktada Tolkien’in edebi mirasına yapılacak en büyük hakaretlerden bir tanesi gayet tabii kendi düsturuna oldukça karşıt bir şekilde eserlerine yapılacak “grafik” müdahaleler olurdu. Yani belli başlı ideolojiler veya çıkarlar altında Tolkien külliyatına eklenecek olan grafik cinsellik bizleri asıl kızdıracak mesele haline gelir.

Fakat bunun haricinde edebi metinlerde içkin olan ve hele ki mitik bir altyapısı olan Orta Dünya’da tabi ki de cinsellik ve tabu söz konusu. Hatırlarsanız Tùrin Turambar, Saeros ile düello yaptıktan sonra yendiği Saeros’a ceza olarak soyunmasını emretmiş, ellerini bağlayıp ona koşmasını emretmiştir. Şimdiye kadar ele aldığımız kültürel ve edebi bağlamda cinsellik ve tabu konularını cebimize koyduysak, Tùrin karakteri perspektifinden Tolkien’in kültürel konumunu ve mit anlayışını ele alabiliriz.

Orta Dünya’da Cinsellik
Saeros’un Düşüşü – Ted Nasmith -Orta Dünya’da Cinsellik

19. yy’ın sonları ve 20. yy’ın başları Avrupa’da bir kasırga ortamı yaratmıştır. Almanya’da “Sturm und Drang”ın ayak sesleriyle de gördüğümüz bu dönem hem kültür kuramları açısından hem de edebi akımlar açısından zıtlıkların aynı anda yükselişine sahne oldu. Avrupa’da aynı anda hem neo-klasisizmin sivri yükselişini hem de romantizmin buna karşıt olarak yükselişini gördük. Bunun yanında bilimsel açıdan büyük ilerlemeler söz konusu iken aynı zamanda insan aklını yeniden alan ve o güne kadar bilinmiş zihin modellemelerini alt üst eden kuramlar da (Freud ve Psikanaliz) ortaya çıktı.

Sosyal açıdan baktığımızda hem faşizmin hem de sosyalizmin yükselişine şahit olundu ve de bütün bu çalkantının arasında dünya yavaş yavaş I. Dünya Savaşı’na sürüklendi. Bu dönem içerisinde bildiğimiz çok net bir şey var o da 19. yy’a kadar öyle ya da böyle hâkim olan klasisist düşüncenin, batılı düşünce sisteminin, Hristiyanlık aracılığıyla teodize[4] edilmiş bu sistemin zaafiyete uğradığı idi. Bunun edebiyatta en net ve en hissedilir yansımasını Franz Kafka’nın “Dönüşüm” eserinde görüyoruz. Gregor Samsa bir gün kendisini bunaltan düşlerden uyandığında kendisini bir böceğe dönüşmüş olarak buluyor, çünkü Avrupai düşünce sisteminin sunduğu konformizm sona ermiş, sistematik bir şekilde şekillendirilen dünya anlayışı bozuntuya uğramış, sürekli bir biçimde bastırılan ilkel dürtüler ve de bilinçaltımıza ait dünya kendisini oradan buradan göstermeye başlamıştı.

Franz Kafka içerisinde bulunduğu dönemi bire bir yansıtan metaforuyla nasıl bir dönem içerisinde olduğumuzu anlatırken J.R.R Tolkien ise bu tarz bir yöntem kullanmak yerine oluşturduğu bir ütopya içerisinde yıpranan, yavaş yavaş bölük pörçük edilen teodize edilmiş batı düşünce sistemini Orta Dünya’da kurtarmış oldu. Orta Dünya’da gördüğümüz mitik anlatıların da Hristiyanlaştırılmasının sebebi de burada yatmaktadır.

Orta Dünya’da Cinsellik, Mitolojiler ve Hristiyan Kültürü

Çok tanrılı gibi gözüken bir sistemin hiyerarşik bir yapıya oturtuluşu tıpkı Homeros’un veya Sophokles’in anlatılarında Antik Yunan çoktanrılı dininin aynı şekilde hiyerarşiye tabi tutulmasını andırır. Çünkü normalde bölük pörçük ulaşabildiğimiz kanıtlar aracılığıyla bildiğimiz ve de Tragedya veya Epik anlatıların da öncesindeki Atina toplumunun çoktanrılı yapısında böyle bir hiyerarşi bulunmamakta. “Önce Eru vardı tek olan.” Hristiyanlaşmış bir mitik altyapı sunar bizlere. Sonrasında tıpkı “tragedya’nın müziğin ruhundan doğması” [bkz. Friedrich Nietzsche – Tragedyanın Doğuşu] gibi antik mitik yapı teodize edilmiş tuvale yedirilir ve Eru’nun yaratısı da müzik ile başlar. Orta Dünya’nın anlatıları içerisinde en mitik olanı şüphesiz Antik Yunan tragedyalarıyla oldukça büyük benzerlikler gösteren Tùrin Turambar’ın öyküsüdür.

Her ne kadar Turin’in Oedipus ile benzerliği olduğu söylense de asıl benzerliği ve aslında kuvvetle muhtemelen Tolkien’in baz aldığı tragedya Euripides’in “Hippolütos”u olmuştur. Hippolütos Theseus’un bir Amazon kadınından doğma gayrımeşru çocuğudur. Tragedyanın başlangıcında Hippolütos’un kendini bekaret korumasına aldığını bu sebeple Afrodit’e tapmayı reddettiğini öğreniriz. Bunun yerine av tanrısı Artemis’e tapınır. Afrodit, bunun için Hippolitüs’ten intikam almak ister ve üvey annesi Phaedra’nın ona âşık olmasını sağlar. Hippolitüs’e âşık olan Phaedra günlerce kendini aç bırakır, hizmetçisi ona bu durumun böyle devam etmeyeceğini, Hippolitüs’e gidip onu ikna edeceğini söyler. Hizmetçi Hippolitüs’e gidip durumu anlatır, Hippolitüs sert bir şekilde reddeder. Phaedra ise durumun farkına varıp kendini öldürür. Bu sırada Hippolitüs’ün babası yolculuğundan geri döner ve karısının ölüsüyle karşı karşıya kalır. Phaedra’nın cesedinin üzerinde yazdığı bir mektup vardır ve bu mektupta Hippolitüs’ün kendisine tecavüz ettiğini bu sebeple de intihar ettiğini yazmıştır.

Theseus duruma sinirlenip babası Poseidon’un gazabını Hippolitüs’ün üzerine yollar. Hippolitüs yolda iki tekerli at arabası ile giderken aniden denizden çıkagelen bir öküz karşısına dikiliverir, atlar korkar, silkinir, arabayı devirir ve koşmaya başlar. Arabadan düşüp sürüklenmeye başlayan Hippolitüs ölüden hallice bir duruma gelir. Hippolitüs ve de ulağı masumiyetini kanıtlama çalışsa da Theseus inanmaz. O sırada av tanrıçası Artemis gelir ve bütün gerçeği Theseus’a anlatır. Theseus öğrendiklerinin acısıyla Hippolitüs’ten af diler, Hippolitüs babasını affeder lâkin o sırada da son nefesini vermiş olur. Görünürde Turin ile çok bir benzerlik kuramayabiliriz. Fakat biraz daha derine indiğimizde Glaurung tarafından Nienor’a yapılan unutkanlık büyüsü ve de Afrodit’in Phaedra’ya yaptığı aşk büyüsü bu iki hikâyeyi benzer temellere oturtuyor. Bir yandan bir üvey anne elinde olmayan sebeplerden ötürü üvey oğluna âşık olmuşken öte yandan Turin ve Nienor yine ellerinde olmayan sebeplerden ötürü birbirlerine âşık olmuştur.

Orta Dünya’da Cinsellik
Hippolitüs’ün Ölümü – Joseph-Désiré Court – Orta Dünya’da Cinsellik

Bu noktada göz önünde bulundurmamız gereken önemli bir şey var. Hippolitüs’ü yazan Euripides, Antik Yunan’ın çözülüş döneminin yazarıydı. Tıpkı 19. yy’da Tolkien’in içerisinde bulunduğu durum gibi. Aralarındaki farklılık ise, Euripides bu çürüyüş dönemini metaforik olarak yansıtarak (tıpkı Kafka gibi) eserlerinde işledi. Tolkien ise çürüyen sistemi ütopyasında muhafaza etmeye çalıştı ve de mitik anlatıları Hristiyanlaştırmak da bu noktada kullandığı teknik oldu. Euripides’in Hippolitüs’ünün Roma İmparatorluğu döneminde Seneca tarafından yeniden yazılmış haline baktığımızda bu sefer Turin Turambar ile Phaedra arasındaki benzerlikler büyük ölçüde artıyor.

Çünkü Roma İmparatorluğu ile beraber Antik Yunan mitleri pragmatikleştirildi ve de “Yüce” Roma İmparatorluğu’nun bünyesine ait bir parça oldu. Tıpkı Tolkien’in 19.yy Avrupası’nın düşünce sisteminin çözülüş aşamasında kurduğu ütopyayla bu düşünce sistemini o ütopyanın içerisinde kurtarması gibi. Seneca tarafından anlatılan Hippolitüs ve Phaedra efsanesine baktığımızda ise Phaedra’ya Afrodit büyü yapmıyor. Phaedra kendi kendine âşık oluyor ve de en nihayetinde bu yıkıcı aşkının ve ardından kurduğu entrikaların Hippolitüs’ün ölümüne sebep olmasından sonra ise “kılıcının kabzasını toprağa gömüp kendini üstüne atıveriyor.” Şimdi bir de Turin’in Nienor’un aslında kardeşi olduğunu ve Nienor’un da bu yüzden intihar ettiğini fark ettikten sonra nasıl kendisini öldürdüğüne bir bakalım:

Sonra kılıcını çekti ve, “Selam Gurthang, ölüm demiri, artık yalnızca sen kalacaksın!” dedi. “Ama, seni kullanan elden başka ne bey, ne sadakat bilirsin? Sen hiçbir kandan kaçınmazsın. Tùrin Turambar’ı alır mısın? Beni çabuk öldürür müsün?”

Ve kılıç, soğuk bir sesle çınlayarak yanıtladı: “Evet, kanını içerim, ki efendim Beleg’in ve haksız yere öldürülen Brandir’in kanını unutabileyim. Seni çabuk öldüreceğim.”

Sonra Tùrin kabzayı yere yasladı ve kendini Gurthang’ın ucuna fırlattı ve kara kılıç onun canını aldı. [5]

Turin Turambar tam olarak Eru’nun müziğinin ruhundan doğmuş “trajik” bir karakter. Yunan tragedyalarının karakteristikleriyle de bire bir uyuşan, kadere yenik düşen bir hayatı var. Aradaki tek fark ise kaderini şekillendiren unsurların tanrılar, tanrıçalar vb. olması yerine teodize edilmiş bir sistemin kötü karakterinin hizmetkarı olması. Afrodit tamamen narsist kompleksinden ötürü Phaedra’yı büyülerken, Glaurung ise şerre hizmet edebilmek amacıyla Nienor’u büyülüyor. Turin’in trajik kaderiyle hatırlatılan şey ise, aynı Yunan tragedyalarında da yapıldığı gibi “kendini bil” mesajı. Tùrin bilgeliğin peşinden koşmuş ve de heroik olarak tanımlayabileceğimiz bir karakter. Aynı bilgeliğin ve heroizmin peşinden koşan Oedipus’un kaderi ise babasını öldürüp annesiyle evlenmek olmuştu. İşte bu noktada doğa ve kültür çatışmasına içkin olan ve temelini oluşturan cinsellik ve tabu devreye giriyor. Sigmund Freud’un Oedipus hakkında yaptığı yoruma bir göz atalım:

“Kral Ödipus, modern insanı da en az yazıldığı çağdaki Yunanlılar kadar etkileyebiliyorsa şayet, Yunan tragedyalarının etkisinin kaynağı kader ve insan iradesi arasındaki zıtlık değil, bu zıtlığın dayandığı malzemenin özellikleri olmalı. “Ahnfrau” ve benzeri kader tragedyalarındaki konuyu tesadüfi olarak niteleyip önemsemezken, Ödipus’un değişmez kaderini anlamaya ve kabul etmeye hazır olmamızın sebebi içimizdeki bir ses olmalı. Gerçekten de Kral Ödipus’un hikâyesinde böyle bir etki vardır. Kral’ın kaderi bizim de kaderimiz olabileceği için bu eser böylesine etkiler bizi. Çünkü doğumumuzdan önceki bir kehanet bizi de aynı şekilde lanetlemiş olabilir. İlk cinsel dürtülerimizin annemize, ilk nefret ve şiddet eğilimlerimizin babamıza yönelmiş olması belki de kaderimizdir.” [6]

Kültürler boyunca tabu olarak belirlenmiş konuların ve motiflerin edebiyat tarihinde özellikle kültür ve doğa çatışması ekseninde karşımıza çıkmasının yegâne sebeplerinden bir tanesi de budur. Ne zaman doğayı unutup kültürün hükümranlığına ve konformizmine kendimizi bırakırsak o zaman doğal, içgüdüsel ve ilksel olan intikamını alıyor; aynısı tersinde de geçerli ki, ne zaman kültürü tamamıyla bırakıp ilksel ve içgüdüsel olanın eline kendimizi bırakırsak da o zaman da kendimizi çiğ ve yabanıl bir agresyonun içerisinde bulmamız tarih boyunca bu iki olgunun sürekli olarak birbirleri ile çatışmalı bir süreç içerisinde olduğunu gösterir bize. Ödipus hakikatin ve bilginin peşinden koşup kültürün doğayı dışlayan bayraktarlığını yaptığında doğa ve kader ondan intikamını en acı şekilde almış, Phaedra da benzer bir kaderi paylaşmış ve Tùrin bilgeliğin ve kahramanlık kurumunun peşinden koşturduğu sürece de Glaurung’un gazabına uğramıştır.

Bu noktada karşımıza Tùrin ile ilgili ikinci düğüm noktası çıkıyor. Tùrin her ne kadar temelini Antik Yunan tragedyalarından almış olsa da öte yandan, özellikle de heroik açıdan da Sigurd ve Gudrun efsanesinin Sigurd’unun da bir yansımasıdır. Fafnir’i öldüren Sigurd ve de Glaurung’u öldüren Tùrin aynı anlatının farklı versiyonları olarak karşımıza çıkıyor. Keza Sigurd da kız kardeşi Sieglinde ile tıpkı Turin gibi farkında olmadan evlenmiştir. Şimdi en başta okuduğumuz bilgileri tazeleyelim ve de antik dönemlerde, avcı-toplayıcı topluluklarda erkeğin paranoyası ve bastırılmışlığından yola çıkarak kurduğu yerleşik düzeni ve kültür düzenini hatırlayalım. Keza erkek, bu kültür düzeninde, avcı-toplayıcılık dönemin intikamını alırmışçasına kadını dışlamış ve domestize etmiş, yetmemiş kültür tarihine de “kadını” düşman ve kötücül olarak yazmıştır.

Avrupa’da ülkelerin kuruluş mitlerine bakarsak bütün bu mitlerin; “heroizm” içerdiğini ve de başta “ejderha” olmak üzere “kadın katli” üzerine kurulu olduğunu fark ederiz. Beowulf ilksel dürtülerin ve mitik çağların sembolü olan Grendel’i ve onun “annesini” öldürür. Sigurd ejderha Fafnir’i öldürür (ki destansı anlatılarda ejderha, biyolojik açıdan erkek olarak belirtilse bile, sembolik açıdan mitik anatanrıça sembolizmine dahildir.) Herakles Lernaen Hidrasını öldürür gibi. Bu anlatının teodize edilmiş halinde ise benzer bir şekilde “kardeş katli” görürüz ve de kültür ve kent kardeş katlinin üzerine kurulur.

Hristiyan anlatısında Kabil, Habil’i öldürür ve yerleşik ve tarımsal düzenin kurucusu olur. Aynı şekilde Roma İmparatorluğu’nun kuruluşuna baktığımızda da Romulus, Remus’u öldürerek yerleşik düzenin kurucusu olur. Yerleşik düzen veya kültürün kurulabilmesi için daime bir tabu cinayeti işlenmiş, öldürülen ya anneyi temsil eden bir dişil varlık ya da kardeş olmuştur. Tùrin de benzer bir şekilde kendi kahramanlık anlatısında Glaurung’u öldürmüş, fakat bu anlatının arka planı teodize edilmiş bir sisteme oturtulmuştur.

Aslında Glaurung’u öldüren Tùrin kendi kardeşinin ölümünden de sorumludur. Doğrudan olmasa da kötülüğün hizmetkarı Glaurung’un kurduğu entrika aracılığıyla kardeşini öldürmüş olan Tùrin bir yerleşik düzen kurmadı ama diyebilirsiniz. Fakat J.R.R Tolkien’in oğlu tarafından sonradan toparladığı bazı notlara bakıldığında Tùrin hakkında tam olarak böyle bir planının olduğunu fakat sonradan bundan vazgeçtiğini görüyoruz. Tolkien’in yazdığı notlara göre Melkor Gece Kapısı’nı kırıp yeniden Orta Dünya’ya dönecek ve “Dagor Dagorath”ı (Savaşların Savaşını) başlatacak. Tùrin Turambar yeniden hayata dönüp Melkor’un kalbine kılıcını saplayacak ve savaşı bitirecek ve böylelikle yeryüzünü kurtarıp yerleşik düzenin devamını sağlayacak. [7]

Özetle gördüğümüz üzere, edebiyat ve kültür tarihine baktığımızda; doğa ve kültür arasındaki çatışmanın kendisini hissettirdiği dönemlerde belli başlı cinsellik ve tabu anlatılarının tekrar tekrar karşımıza çıktığını görüyoruz. Doğal olarak 19.yy’ın sonları ve 20. yüzyıl’ın başları da Avrupa’da kültür ve doğa ikiliğinin büyük bir mücadele içerisinde olduğu dönemde de J.R.R Tolkien yıkılan batı kültür anlatısını bir ütopya içerisinde kurtarmış ve mitleri Hristiyanlaştırarak bu anlatısını desteklemiştir. Doğal olarak Tolkien’in kullandığı mitlere de içkin olan bu cinsellik ve tabu anlatılarının Tolkien’in anlatısında da karşımıza çıkması oldukça kaçınılmaz. Bu noktada tartışılan cinsellik ve tabunun günümüz eserlerinde gördüğümüz gibi veya Amazon’un Yüzüklerin Efendisi dizisinde olacağı üzerine çıkan söylentilerde tahmin edildiği gibi bir ideoloji veya çıkar bağlamında oluşmuş “vulgar” ve “grafik” bir cinsellik olmadığını; Tolkien’in eserlerine içkin olan cinsellik ve tabunun kültürel ve edebi tarihe içkin olan olgular olduğunu tekrardan da belirtmiş olalım.

Yararlanılan Kaynaklar ve Ek Bilgiler

  1. Fathers’ Roles in Hunter-Gatherer and Other Small-Scale Cultures, Barry S. Hewlett and Shane J. McFarlan.
  2. Gılgamış Destanı s.16 çev. Muzaffer Ramazanoğlu
  3. Letters of Tolkien, Letter 43.
  4. Teodize etmek: (tek) Tanrı’nın iyiliğini ve adaletini doğrulayan sistematik düşünce sisteminin uygulanışı.
  5. Hurin’in Çocukları, J.R.R Tolkien. s. 295. İthaki Yayınları. Çev. Niran Elçi
  6. Rüyaların Yorumu, Sigmund Freud. s. 296. Say Yayınları. Çev. Dilman Muradoğlu
  7. Dagor Dagorrath ile ilgili ayrıntılı bilgi için tıklayınız.

Orta Dünya’da Cinsellik ve Tabu konulu bu yazı OrtaDunyaCom sitesi için Gürkan Uzunpınar tarafından hazırlanmıştır. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereği izin alınmaksızın değiştirilemez, çoğaltılamaz, yayımlanamaz.


Eğer Orta Dünya hayranıysanız, bizi TwitterInstagram ve Facebook üzerinden takip etmeyi unutmayın!

Yüzüklerin Efendisi dizisiyle ilgili son haberleri takip etmek için portalımıza, Orta Dünya ile ilgili tartışmalara katılmak için de forumumuza mutlaka bir göz atın.

YouTube ve Twitch kanallarımıza da bekleriz.

Mutlaka Okuyun!

Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri 3. Bölüm Detaylı İncelemesi (The Rings of Power 1. Sezon)

Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri 3. bölümü yayınlandı. Ada Krallığı Númenor’u ve halkını ilk kez gördüğümüz …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir